– 49 – HADSİZ KORKAK SALYANGOZLAR

– 49 – HADSİZ KORKAK SALYANGOZLAR

Günlerdir susuyordu. Bu, düşünüyor anlamına geliyordu. Geometri soruları çözüyor, bilmediği dillerden kelimeler ezberliyor, temizlik yapan kızların açtığı kanalı takip ediyordu. Salyangozlar üzgündü. Onların da ağzını bıçak açmıyordu. Sokakta herkesin siyah giydiğini görüyordum. Acı çeken insanların yanımdan geçerken yavaşlayarak bana acı acı bakmasına dayanamıyordum artık. Gidecektim Tinne’yi sarsacaktım, ne olduğunu öğrenecektim.

“Dışarıda salyangoz yası var!” diye bağırdım. Oysa ona hiç sesimi yükseltmezdim, çıkışmazdım, kızmazdım. Gene de şaşırmadı. O meşhur hastane resmindeki hemşire gibi “şşş” yaptı, parmağını dudaklarına götürerek. “Değişim var. Değişirken konuşulmaz.” dedi.

Koltuğa yığıldım, hem de ıslak yağmurluğum ve üstünden sular akan şemsiyemle. Şöyle bir baktı şemsiyeme, sonra bana baktı. Tekrar çevirdi kafasını temizlik yapan kızlara.

“Salyangozlar değişmez” dedim, gene hırçın ve yüksek sesle. “Değişir, herkes ve her şey değişir” dedi. “Tırtıl mı onlar” dedim, saçlarımdaki suları köpekler gibi halısına silkelerken. Gene ters ters baktı ama bir şey söylemedi.

İKimiz de sustuk. Sessizliği onun bozacağını biliyordum. Doğru soruyu sormuştum çünkü. Beni iyice aydınlatana kadar konuşacaktı. Bu onun vazifesiydi. Ona doğru soruyla gelirseniz işini gücünü bırakır saatlerce anlatırdı.

“Değişmeyenin, değişmeye niyeti olmayanın öğretmenle işi ne” dedi.

“Seviyorlar” dedim.

“Neyi? Eğlenceli, çok güzel pazarlanabilecek yeni yeni ifadeler bulmayı mı, komik bir kadını dinlemeyi mi, yoksa öğrenmeyi mi? Çünkü ben gösteri yapmıyorum sadece öğretiyorum.”

Bu sözleri söyledikten sonra önündeki fidyoyu nihayet kapatıp ayağa kalktı. “Öğrenmeye niyetleri yok onların. Kulübe gelir gibi geliyorlar. Eğlenmeye, pazara geliyorlar. Bir çeşit piyasa, sektör, endüstri oluşturdular. Benim beklentim başka onlarınki başka.”

“Ne yapsınlar istiyorsun?”

“Birincisi bana selam verecekler. Dosta da düşmana da önden yaklaşmayı anlatıyorum. Beni bir güzel dinliyorlar, sonra adeta birbirleriyle yarışırcasına koşa koşa gidip dinlediklerini hemen kaymağa çeviriyorlar, ama asla uygulamıyorlar.”

“Selam verirsek her şey biter zannediyor olabilirler.”

“Hiç bir iletişim zanlar üstüne kurulmaz. İletişim artık bir bilim, unutma! Ayrıca ustanın sözlerine değer verip dinliyorsan, uygulamamanın nedeni ne? Evet, başka bir evreye geçilecek. Başka bir hale. Bunu istemiyorlar. Eski düzenlerini sürdürsünler, putlarına tapmaya devam etsinler, benim burada yanlışlığını anlattığım şeyleri yapmaya inatla devam etsinler, sonra da gelip benden sohbet istesinler? Bunlar dost mu düşman mı o bile belli değil. Bir gün alay ediyorlar, bir gün öldürüyorlar, bir gün saygı gösteriyor gibi yapıyorlar. Kafaları karışık. Niyetleri sadece çalmak, benden çaldıklarını zavallı cahil efendilerine götürmek, onları kaymakla beslemek.”

“Onlar sadece birer işçi, köle.”

“Hırsız?”

“Tamam hırsız. Efendileri onları zorluyor. Ama onlar seni seviyor.”

Tinne salonun görünen ama gizli bir köşesinde duran kamasını gösterdi. Bu ne anlama geliyor biliyor musun? Bu haksızlığa dur demek, kötü gidişatı değiştirmek, bir halden diğerine geçebilmek için harekete geçmeyi temsil ediyor. Buna günlük dillerde ‘savaş’ diyorlar.”

“İsyan?”

“Savaş! İsyan, başkaldırma, mücadele, durma, direnme. Bunların hepsi savaştır. Bak abla. Burası genelev değil. Orada bile bir bedel ödenir. Bunlar nehirlere, ırmaklara, ormanlara, denizlere, toprağa yaptıklarını bana da yapıyorlar. Sınırsız ilim. Karşılıksız. Hatta bu ilmi benden alabilmek için uzmanlar eşliğinde üzerimde bazı uygulamalarda bulunuyorlar. Beni saha deneyine tabi tutuyorlar. Özellikle zorluklarla yüzleştirip, kızmamı ve hikmetli sözler söylememi sağlıyorlar. Bunu benden öncekilere de yaptılar. Alavere, dalavere, tezgah, dümenle beni konuşturup, zorlu bir mücadelenin içine sokup; bu yapay zulümden hikmet, saf bilgi elde etmeye çalışıyorlar. O senin acıdığın salyangozlar da bütün bunlara alet oluyor. Böyle sevgi mi olur? İnsan sevdiğini genel evde satışa mı sunar? Üstelik ona bir selam bile vermeden, yüzüne bakmadan? Tam bir dolandırıcı, hırsız gibi? Eğer benim ilmime ve aklıma güveniyorlarsa, bu gidişin sonu gerçekten çok kötü. Onlara yapma diyorum, dinlemiyorlar. Böyle eğitim mi olur, böyle sevgi mi olur? Gidişat kötü, sonları kötü.”

“Onlar köle ne yapsın. Zalim efendilerin kölesi.”

“Ben ne yapayım?”

“Konuş onlarla, besle onları.”

“Zulümden elde edilmiş kanımla, acılarla damıtılmış ilim ve hikmet sütüyle? Onların bu karam gıdayla iyi bir şey olacaklarını mı sanıyorsun?”

“Olsun, onlar gene de istiyor, ben gördüm, çok kötü durumdalar.”

“Uyuşturucu gibi ha? Zararlı maddelere duyulan gereksinim gibi? Öyleyse sen onları sevmiyorsun?”

“Yok, ben onlara sadece acıyorum.”

“Şimdi kapıda aç köpekler var ve sen bana kolumu kesip onlara atmamı istiyorsun? Öyleyse onlar senin için benden daha değerli, daha sevgili? Gene acıkacaklar bunu da biliyorsun. Gene acıkacaklar, daha doğrusu efendileri acıkacak, onları benim kapımı tırmalamaya, kapıda ulumaya gönderecekler. Bu sefer de bacağımı kesip vereceğim? Peki sonu ne olacak bu gidişatın? Ben söyleyeyim, işleri bitene kadar beni sömürecekler, sonra bir şekilde ortadan kaldıracaklar. Benden bir iz kalmaması için, ‘zaten öyle biri hiç yaşamadı’ gibi dedikodular yayacaklar. Görmüyor musun, tek bir akrabam kalmadı. Çocuklarımı bile çaldılar. Bunlar beni kaybetme, izimi silme çalışmaları. Beni ortadan kaldırdıktan sonra yeni tin duyuracaklar. Yeni mabetler, yeni tin adamları ortaya çıkacak. Belki de senin o zavallı salyangozların yeni tinin rahipleri olacak. Sonra da benden kutsal bir soy ve kan uyduracaklar. Elbet tekelleşmenin gereği, bu kutsiyet kendi adamlarına geçirilecek. Daltonlar, Dalmaçyalılar, Tartaryan gibi, ellerinde benim kanım olan hainler, bu yeni tinin azizleri olacak.”

“Korkunç” diyebildim.

O gene haklıydı. Tinne’nin bulunduğu her yere sesini kaydetmek üzere yerleşilmişti. Tinne’nin evinin her tarafında, geçtiği yollarda, uğradığı her yerde salyangozlar vardı. Onlar bu işten kaymak da kazanıyorlardı. Seçilmiş, özel yetiştirilmiş bir sürüydü bu. Onlar yanlış bir şey yaptıkça, Tinne onları uyarıyor, neden yapmamaları gerektiğini detaylı bir şekilde anlatıyordu. Düzeltiyor, ona hak veriyor gibi yapıyorlardı. Ama hiçbir şey değişmiyordu. Düzen binlerce yıl nasılsa gene öyle devam ediyordu. Aslında her şeyi bir illüzyon gibi tasarımlıyorlardı. Tinne de bunu anlıyordu tabi.

Onu kafeste vahşice yetiştirip gıda endüstrisine sattıkları tavuk gibi görüyorlardı. Tanrı vergisi bir doğal kaynaktı o. Javudiler Tanrının yarattığı her şeyin kendilerine ait olduğuna inanıyordu. Bu da gönül rahatlığıyla canlı cansız her şeyi talan etmelerine, yağmalamalarına cevaz veriyordu. Tinne yüzlerce binlerce defa anlatmıştı, varlık alemindeki yolculuklarından, tezahürlerinden öğrendiği ne var ne yoksa onlara anlatmıştı. Ama onlar hep aynıydı. Varlık aleminde soyut somut ne varsa çıkara, menfaate, güce çevirmek üzere vahşice sömürmeye, izinsiz alıp satmaya, bu uğurda da zavallı salyangozları doğumlarından itibaren köleleştirmeye devam ediyorlardı.

Tinne acıyordu salyangozların haline ama acınacak duruma düşmeyi de kabul etmiyordu. Sömürülen olmaktansa cezalandıran olmayı tercih ederdi. Yağmalanan olmaktansa had bildiren olmayı tercih ederdi. Bu, şu ünlü şarkıdaki gibi, “çivi olmaktansa çekiç olmayı istemek” gibi bir şey değildi. Bu dünyada sömüren ya da sömürülen olmaktan başka seçenekler de vardı. Hak Yol diyordu Tinne buna. Hak yoldan gitmeyenin yolu kısa olur, diyordu. O yolda elbet zorluklar vardı. Zarar görmemenin birinci kuralı zarar vermemekti. Tedbir denilen kurallar silsilesinin adı neşriyattı. Tinne’nin anlattığı neşriyatta kamamız hep belimizde olmalıydı. Çünkü o yolun eşkiyası, hadsizi, uyanığı çoktu. Yolun sonundaki hakikate varabilmek için savaş hukukunu iyi bilmek gerekiyordu: Anlaması ve vazgeçmesi için önce sabret, ısrarlıysa merhametli bir kalple öğret, devam ediyorsa hakkaniyetle uyar, hala vazgeçmiyorsa tereddüt etmeden savaş, derdi. 

Öğrenme, medeniyet, ilerleme böyle olurmuş ona göre. Yoksa hep geriye gidermişiz. Eşkıyalar yola sahip olur, kısa bir zaman sonra onlar da yolsuz kalır, topyekün yok olurmuşuz.

Bu yol öyle bir yolmuş ki, durulmazmış, oyalanılmazmış, geriye bakmakla vakit harcanmazmış, zaten mecbur kalmadıkça da geriye bakılmazmış.

Eğer seni takip eden düşman varsa, geriye dönüp onun işini bitirmek gerekirmiş. Çünkü düşmanla bir yere gidilmezmiş.

Yolda kimse yalnız değilmiş. Yolda kendini yalnız sanmak bir illüzyonmuş. Bizimle yolculuk yapan, daha önce o yoldan geçmiş olanlar, geçecek olanlar, yolun sonundaki yüce varlık ve mihmandarlarımız varmış.

Anlar gibiydim aslında. Tinne ne kadar yalnız yaşamayı sevse de hep kalabalıktı. Onu yalnız bırakmıyorduk. Dost muyduk düşman mıydık biz de bilmiyorduk. Ama savaşmaktan korktuğumuz bir gerçekti. O da korkakları kursuna almak istemiyordu.

Haklıydı. O ücret almayan, ilmini karşılıksızca veren bir öğretmendi. Hiçbir şeye zorunlu değildi. Öğrettiği ilmin adının “savaş” olduğunu her fırsatta söylüyordu. Canımız savaşçı olmak istemiyorsa, hırsızlar ve yol kesenler olarak hayata devam etmek istiyorsak, onun kapısında işimiz neydi?

Önceki Sayfa

 

 

 

– 48 – “EĞLENCELİ A4’LER”

– 48 – “EĞLENCELİ A4’LER”

“Beni oyundan çıkaramazsınız!” diye ter ter tepiniyordu Tartaryan.

Yıllar sonra önüne gelen deşifrasyonları okurken Tinne’nin en eğlendiği kısım bu olacaktı: “Tartaryan’ın İşten Kovulması.”

“Onun ipleri benim elimde! Onu kimse benim kadar iyi tanımıyor. Etrafındaki herkesi ele geçirdim. Bana biraz daha süre verin, bu sefer işini bitireceğim.”

“Seni öldürmek zorunda kalabiliriz” dedi, Corc, artık Türklerin dilini konuşabiliyordu. Türkeli’ne kurdukları sisteme güvenleri kalmamıştı. Bu dengesiz, hastalıklı tuhaf adamla işler istedikleri gibi gitmiyordu. İşi bizzat yönetmeleri gerektiğine iyice emin olmuşlardı. Ayrıca Tinne çok iyi bir öğretmendi, Salyangozlar grubunu yetiştiriyor, onların ufuklarını açıyordu. Türkeli’ndeki polisler takip ettikleri hedefin bir gün kendilerini yetiştireceklerini kırk yıl düşünseler tahmin edemezlerdi.

“Senden istenenin ne olduğunu iyice unuttun! Biz senden ona zarar vermeni istememiştik.”

“Ama bunu isteyenler var.”

“Biz onlar değiliz. Aynı anda birden fazla yere hizmet veremezsin. Kadın artık seninle dalga geçiyor, tabi bizimle de. Bütün yöntem ve araçlarını anladı. Biz onu değil o bizi parmağında oynatıyor.”

Corc bir dakikalığına sustu. Hayret edilecek şekilde Tartaryan da. Aslında söylenecek her şey bitmişti. Tartaryan’ın beceriksizliği bütün ekibe zarar vermekle kalmıyor, Türk ilindekileri de derinden sarsan sonuçlara sebebiyet veriyordu. Ama Tartaryan’a tek umutları gibi çaresizce yapışmış olan Evropalı ve Agarikalı Yarasagiller hala ona para yatırmaya devam ediyordu. Aslında onlar da biliyordu, Tartaryan’ın asla kazanamayacağını ve onlara da kaybettireceğini ama sadistçe Tinne’ye saldırdıkça saldırıyor, Tinne’nin verdiği her karşılıkta da mazoistçe zevk alıyor, keyiften sarhoş oluyor, ömürleri boyunca aradıkları acıyı, tehlikeyi bulduklarını düşünüyorlardı.

Tinne’nin karşısında herkes havlu atmıştı. Ne kandırılabiliyor, ne tuzağa düşüyordu artık. Kanmamakla kalmıyor, onlara casusluk ve manipülasyondaki hatalarının neler olduğu hakkında detaylı dersler veriyordu. “Ülkemin polislerinin bu halde olmasına çok üzülüyorum” diyerek bir de acıma ifadesi takınmıyordu yüzüne, şeflerini amirlerini deli ediyordu Tinne’nin bu tavırları. Ama gerçekten salakça bir sadakatle Tinne’nin dediklerini harfiyen yapıyor, ondan öğrendiklerini cakalı cakalı “satabilecekleri” yeni istihbarat okulları açıyorlardı.

Türk ilinde olan bütün bu hayret verici gelişmeleri Mersomnesliler bile şaşkınlıkla izliyor, ufak ufak Türk ili yöneticileriyle mesafeyi açıp, bağlarını koparıyorlardı.

Türk ili yöneticilerinin elinde Tinne’den daha değerli bir ihraç malı kalmamıştı artık. Bir de hapiste tuttukları rehineler vardı. Hayatlarının garantisi olarak gördükleri bu iki unsuru büyük bir çaresizlikle paraya çevirmeye uğraşıyorlardı. Kilmciler onlara para akıtıyorlardı ama onlar da son derece isteksizlerdi. İşin sonunda başlarına bir bela geleceğini anlamışlardı artık. Zeki insanlardı. Bütün dünyayı uyutan ve manipüle eden masalları yüz yıldır büyük bir başarıyla yazabilmiş ve dünyaya satabilmiş usta tüccarlardı.

Diyeceksiniz ki bunlar madem bu kadar akıllıydı da kalitesiz ressam Kitler nasıl bunları sabun yaptı? Sevgili takipçilerimiz, şunu bilmelisiniz ki Javudi sabunlarının üreticileri de gene Javudilerdi. Bu tuhaf dilemma onların ustalıklarının zirvesiydi. Unutmamanız gereken bir şey daha var, dünyayı tintarlar yönetmiyor, dünyayı bir sistem yönetiyor. Sistemin yönetme araç ve gereçlerinin kullandığı yasalar konvansiyonel yasalar. Yani kutsal kitaplar, anlaşmalar, sözleşmeler falan. Onları bahane ederek toplumları güdüyorlar işte. Tuhaf bir etikleri de var, “katil daima kendi soyundan biri seçilir.” Bir Hermeniyi gene bir Hermeni öldürür gibi.( Kitlerin de bir Javudi olduğunu bilenleriniz bilir.)

Yağmalanacak, öldürülecek, yok edilecek bir şeyi, birini, bir yeri önce yalnızlaştırırlar. Bunu unutmayın. Başında akbaba bekleyen çocuğu hatırlayın. Birisi gidip sinek kovalar gibi bir el hareketi yapsa o akbaba kaçar giderdi. Akbabalar ürkektir, çaresizliğin ve terk edilmişliğin kokusunu alırlar. Sırtlanlar gibi kan kokusuna gelmezler, onlar sırf leş yiyici değildir. Canlı olman, büyük olman onlar için fark etmez. Kimsesiz olman gerekir, sahipsiz olman gerekir. Yağmanın kuralı budur, “avın başını boş bıraktır!”

Tanrıyı bile yağmalar bunlar. Tanrısını görmek istemiş de, o da bak şu dağa demiş de, dağa bir bakmış da dağ parçalanmış da… Hepsi hikaye, hepsi kurnaz akbabacıların uydurması. Tinne anlattı size. Tanrı mağaradaki kadın İn’di. Çin’den getirdiği bilgiyi, sevgiyi, saygıyı, üretkenliği Kanadolu insanına öğretmek vazifesiydi. Kocası Ah’ın yollarını gözlerdi. Ah’ın diğer karıları, ustalıkla Ah’ın tepedeki mağarada peydahlanmış kadından yeni şeyler öğrenip getirmesini isterler, ama Ah’ın da, halkların da o kadına gidip dostluk yapmasını istemezlerdi. Bir hikaye uydurmuştu büyücü karılar. İn tanrıydı. Onun yanına gidip gelen ve ondan bilgiler getiren Ah ise elçi. Kendileri de böylece Elçi’nin karıları oluyorlardı. İlk tahtı yapan bu karılardı. Yüksekçe bir yere oturup halkı çalıştıran bu karılar, İn’den öğrenilen ekmek, yoğurt, çanak, çömlek, sofra, su arıtma sistemleri, yastık, yatak, tarak, elle üretilen örgü türü şeyleri halka yaptırtıp, onların ticaretinden para kazanır ve Ah’ın sayesinde de kendilerine kutsiyet sağlarlardı.

Oysa İn’in kocasından da aşağıdaki halktan da tek beklediği sadece sevgi, dostluk, ziyaretti. Ah’ın büyücü karılarının yalanlarına inanmak halkın da işi geliyordu ki beş on Rachel’den başka kimse gelmezdi İn’in yanına.

İn’in kapısının bir müdavimi vardı. Henüz ayağa tam kalkmamış, küçük bir maymuna benzeyen, kıllı mı kıllı ufak tefek bir erkek çocuk. O da Ah’ın çocuklarından biriydi. Ah’ın yüzlerce binlerce çocuğu vardı. Hayvanlarla bile beraber olma huyu vardı çünkü. İn gelip ona yarenlik etmeden önce de dikkat çeken, hayranlık uyandıran biriydi. Güçlüydü, kızıl tüyleri, renkli gözleri vardı. Çok uzun boyluydu, iriydi. Yetilerden geliyordu soyu. Attığı her adım yerlilerin üç adımına bedeldi. Buraya çok uzaklardan gelmişti.

Bizonları boynuzlarından tutarak durdururdu. Sonra yan yatırıverirdi, avcılar çullanır hayvanı parçalarlardı. Avcıların, kadınların, cinsel ve fiziksel gücünden ötürü bütün erkeklerin hayran olduğu, kendilerinden üstün oluşunu zaten kabul ettikleri biriydi Ah. Dağda beliren kız, yani Tanrı’nın onun yoluna çıkması tesadüf olamazdı.

Ah’ın aşık olma, sevme, aile kurma bilinci, huyu, tutumu asla yoktu. Onun kanı bencillik taşırdı. Ona aileyi, yuvayı, koca olmayı, baba olmayı öğreten İn’di aslında. O bunun değerini, anlamını ancak ölene yakın, bilekleri oğulları tarafından kırılınca, gücünü büyücüler alınca, çaresiz ve yalnız kalınca anlamış, son kudretiyle İn’in mağarasına gitmek üzere yola koyulmuş, onun yanında geçirdiği bir kaç aydan sonra ruhunu teslim etmişti. Artık onun tanrısallığını taşıyan oğulları vardı. Ona tıpa tıp benzeyen bir oğlu çirkin büyücü karısından olmuştu. Kurnaz kadın kocasını iyice kuklalaştırmış, daha rahat manipüle ettiği oğluyla saltanatına devam etmişti.

Adem dedikleri adamı peygamber yapan şey de namus bilinci olmuştu. Ailenin, namusun bilincine varmak bir uyanıştır. Sadece insanı değil, ulusları da üstün, aali yapan budur.

Adem mağarada büyük ailesiyle yaşayan genç bir adamdı. Uzun boyluydu. Güçlü ve uzun bacakları vardı. Buğday tenliydi. Hafif kemerli güçlü bir burnu, yay gibi kaşları, kahverengi ve sert bakan anlamlı gözleri vardı. Hareketleri, tavırları küçüklüğünden beri farklıydı. Onun doğduğu zamanlarda, aile içi ilişkiler yani ensest normal kabul edilirdi. Sınırları mağaranın sınırlarından ibaretti. Çocuğa “bizim” derlerdi. Böyle bir mağarada doğup da kardeşiyle, annesiyle beraber olmaktan kaçınan bir adam düşünün. Çok iyi bir avcı, vahşi bir güreşçi olmasa, onu kovarlardı çoktan. Ama nedense ona saygı duyuyorlardı. Daha önceden de dediğim gibi, bilgi, erdem ve güç aynı kişide bulunmalı. Ne yazık ki bu dünyayı Javudi’ler kapladığından beri böyle olmuyor. Güç onların, bilgi de. Erdemin sahtesini yaptılar.

Adem bir gün mağarayı terk etti. Farklı olmaktan ötürü çok mutsuzdu. Kendine kızıyor, böyle olduğu için hayıflanıyordu. Bir ulu ağacın önünde durdu. Bir kadın gibi üreten ve üreyen, bir erkek gibi güçlü ve ulu olan bu ağaç sanki onun yeni ailesi gibiydi. Olmasını istediği aile. Dallarını kardeşleri yerine koydu. Önünde diz çöktü. Adeta kendini bıraktı. Ellerini açtı ve göz yaşlarıyla dallara seslendi. “Siz benim yeni ailem olur musunuz? Benim kardeşlerim? Siz benden kötü şeyler istemezsiniz. Size avlanıp bir şeyler getirmesem de beni kovuğumdan kovmazsınız…”

Adem böyle ortaya çıktı. Peki onun şöhretini dünyaya yayan kim oldu? Uzaklardan gelip onu kendine aşık eden değişik bir kadın tabi ki. Bunu da artık başka zaman anlatırım.

İn’in kapısında bekleyen maymuna gelelim. O İn’in hırsızıydı. Ebedi ve ezeli hırsız. Densiz, hadsiz ve küstah olduğundan; hiç çekinmez, asla utanmaz, onun kapısına gelir, içeriyi seyreder, çalabildiği bir şey olursa çalar ve dört ayağını kullanarak yuvarlanır gibi dağdan hızla inerdi.

Büyücü Karı onun bu yeteneğini ve aç gözlülüğünü fark edip, çok sevinmiş bu maymun çocuğu hemen işe almıştı. Böylece kocası Ah’ı oraya göndermesine de gerek kalmayacaktı. Bu arsız ve aç gözlü maymun çocuk, “yuvadan” gerekli bilgiyi ve ürünleri en hızlı şekilde zaten ona getirecekti.

Tanrıyı görmek mi? Onu ziyaret etmek mi? Boşveerrr… “Biz oraya bir adam göndeririz, o lazım olan ne varsa getirir zaten!”

O, “beni görmek isteyen dağa baksın, bak nasıl da parçalandı, beni asla göremezsiniz, benimle yakınlığı kaldıramazsınız” teranesi böyle bir icaptan çıktı. Uyanık hırsızların, uğursuzların bahanesi.

Tanrı sevgidir. Sevgi yakınlıktır. Öbür yarını bulup sevmektir. Parçanı bulup sevmektir. Sevginin gereğini yapmaktır, sadakatle, vefayla, sebatla. Bu kavramların hepsi kadından çalındı, erkek şeytana adandı.

Yeraltı kurallarına göre, birini seveceksen o bir erkek olmalı, kadın sevilmez. Birine sadık olacaksan o bir erkek ya da soyut bir kavram olmalı, kadına asla sadık olunmaz. Bir yola sebat göstereceksen o, “bir kadına vuslatın yolu” olmamalı, asla! Ancak bir erkeğin yolunda sebatlı olunur.

Oysa ilahi sır kadındadır. Ama hangi kadında? hakkaniyetli ve merhametli bir kalbe sahip olup, yuvasına da düşkün olanda. Yer altının karanlık örfünü yer üstüne Javudilik olarak çıkartan uyanıklar, iyi ile kötünün, güzel ile çirkinin, ahlak ile ahlaksızlığın, erdem ile satılmışlığın yerini çoktan değiştirdi bile. İyiyi tanımlamak artık riskli.

O gün bugündür o maymun çocuk hala İn’in ya da Tinne’nin kapısını bekler, “yuvadan” dışarıya bilgileri, böylece çalar satarmış.

Bir kez kaderin oyununa gelmiş, Son Tin Ustası’na damat olmuş. O zaman görmüş işte cezasını. O gün bugündür, aleniyetle eşikten içeri aleni girmeden çalmanın yolunu tutturmuş gidiyor.

Anladınız değil mi, o ezeli hırsızın, o lanetlenmiş kişinin kim olduğunu? Ne görse çalan, bir türlü usanmayan, dur durak bilmeyen, asla doymayan, çaldıkça iştahı açılan bir deyyus, bir serseri, bir pezevenk. O hırsızların atası, piridir. Yalancıların önderi, dolandırıcıların hamisidir.

İşte bu eğlenceli A4’lerde bu deyyusun efendileri tarafından işten atılışının konuşmaları var. Tinne en çok bunları okurken gülmüştü.

Önceki Sayfa Sonraki Sayfa

 

 

 

– 47 – “SOYUNU DA ÇALALIM!”

 

– 47 -“SOYUNU DA ÇALALIM!”

“Biz daima kazanırız!”

“Evet kardeşim” dedi Çarli kadehini doldururken.

Oysa Moşemoş bugünlerde kaybeden gibi gözüküyordu. Ülkesi savaşa girmişti ve hiçbir şey planlandığı gibi gitmiyordu. Zaten savaşa planlandığı gibi girememişlerdi. Evet, kazanıyor, karşı tarafa ağır kayıplar verdiriyorlardı ama tüm dünyayı karşılarına almışlardı. Artık hiçbir propaganda yöntemi işlerine yaramıyordu. Kaldı ki kendi halkları bile isyan etmeye başlamıştı. Çünkü kendileri de beklemedikleri ölçüde kayıp vermekteydiler. Moşemoş düşünceliydi o yüzden. Türkeli arenasında gerçekleşen maçın gidişatından güzel haberler alıp keyiflenmek, yeni bahislere para yatırmak istiyordu. İyi bir bahisçiydi Moşemoş. Tinne’yi çok iyi tanıyor, bu yüzden genellikle bahislerden kazançlı çıkıyordu. Grupta “Tinneci” olarak biliniyordu.

“Bizimkiler yeni bir kampanya başlatıyorlar sana onu haber vermek istedim.”

“İş konuşmadan önce biraz gevşeyelim kardeşim. Bak bu hayat suyu elli yıllık!”

“Anladım, anladım. Tam bana göre. Ama pek keyfim yok. Şu karıya son bir kazık atarsak keyfim yerine gelecek ama.”

“Neymiş bakalım yeni planın?”

“Herbela’da yaptığımızı yapacağız.”

“Kafasını kesip top mu oynayacağız? Haha ha! O biraz zor kardeşim. Zaman alır yani.”

“Soyunun üstüne konacağız.”

“Ha, anladım. Tabi, olur. Bu daha kolay. Çocuklar çok sahipsiz.”

“Herbela’da Türkler kuşatmayı yarmış, SeyinHü’yü ikna edip yanlarında götüremeyince çocuklarını alıp götürmüşlerdi. Seyyid soyu Türk illerinde çoğalmıştı.”

“Ama biiizzz… Tihace’nin önceki eşlerinden olan çocuklarıyla işbirliği yapıp soyu onlara devretmiştik.”

“Asileri terbiye etmek eğlenceli de onlarla iş yapmak riskli. Bizimle gönüllü iş birliği yapanlar her zaman tercihimdir!”

“Annelerinin servetinin, Son Tin Ustası tarafından yeni tine harcanmasına kızmışlardı.”

“Haklıydılar. Kim olsa kızardı.”

“Ben olsam ben de kızardım. Madem annemizin parası ile kuruldu bu tin, o zaman kutsal sülale olmak bizim hakkımız, dediler ve bize de çok yardım ettiler.”

“Ya hu tamam da ben şunu anlamıyorum bu adama madem kızıyorsun niye onun manevi mirasçısı olmak istiyorsun? Sonra ne oldu, nesilleri kaç yüz yıl ev hapsi yaşadılar!”

“Herkes ayrıcalıklı olmanın peşinde kardeşim.”

“Sonra dertli, kederli bir sülale olarak bilindiler hep. Bak, bunların sultanları bile seyyid hanım pek istemediler.”

“Sultanlar güzelliğin peşindeydi.”

“Biz de bizim kızlarla evlendirdik onları, oh pek iyi oldu!”

“Onlar için soy erkekten yürür, bizim için kadından. İyi anlaşmaydı. Ne yapacaklardı Harap kanını sülaleye sokup?”

“Yok, Harap kanı asla olmaz!”

“İstemezüüükk!”

“Ha hah hahaha!”

Kadeh tokuşturup epeyce bir güldüler.

“E, söyle bakalım Tinne’nin soyunu nasıl çalacağız?”

“Bizim çalamayacağımız hiçbir şey yok! Suyu çalan soyu da çalar!”

“Anlat bakalım, merak ettim.”

“Kilmcilere haber verdik bile. Fulu-mud’da çalışmalar başladı.”

“Öyleyse dönsün çarklar!”

Kadehler gene kalktı.

“Çocukların babaları öldü. Analarına da çok kızgınlar. Her şeyin suçlusu olarak Tinne’yi görüyorlar.”

“İyi çalışmaydı kardeşim. Kurbanı suçlu olarak belletmek kolay bir operasyon değildir.”

“Saykolocik’i de Tosyolobiyi de biz kurduk. Bunlar kiminle dans ediyor, şaşıyorum ben hala bunlara… Bir direnme, bir mücadele… Bilim adamlarımızın ne kadar başarılı olduğunu kendileri bile söylüyorken… Anlamıyorum bu inadı…”

“Bir inşaat mühendisleri, bir de toplum mühendisleri… Hayranım onlara.”

“Biz söylentiyi çıkarttık bile. Kafalar iyice karıştı. Zaten Tinne gibi bir kadının gidip öyle fakir fukara, soyu sopu belli olmayan biriyle evlenmesini kimse anlayamamıştı.”

“Çok gençti o zaman. Tartaryan ne bozulmuştu ama… Bütün hayalleri, yazdığı senaryoları suya düşmüştü. Kendine aşık edip sonra intihar ettireceğine ne kadar emindi. Paraları herkes parasını ona yatırmıştı o zaman!”

“Ben o işin olmayacağını biliyordum. Kız mantıklı kız. Hiç o yollara gelmez.”

“Evet, sen paranı Tinne’ye yatırmıştın o bahiste.”

“İyi de kazanmıştım. Sizler o kadını küçümsediniz. Ben daha işin başında görmüştüm onun potansiyelini.”

“Ah, şu beklenmedik mucize kurtuluşlar! Tanrıyla poker oynamak gibi bir şey. Çok heyecanlı!..”

“İlla bir gün tahtalı köye gitmeyecek mi bu kadın? Çocukları üzerinden yürüteceğiz ‘kutsal soy’ teranesini. Hem Tartaryan’ı da bir şekilde onurlandırmamız gerek. Tinne onu rezil rüsva etti. Paçavraya çevirdi.”

“Ya evet. Ben bile üzülüyorum çocuğa. İnsan içine çıkacak hali kalmadı. E, o zaman hangi çocuğunu düşünüyoruz, oğlanı herhalde?”

“Evet, bunlara göre soy erkekten yürür. Zaten farklı bir çocuk. İlk elini tuttuğu kadınla evlendi.”

“Ya… Ne salak değil mi? Gez, eğlen, gençliğinin tadını çıkar!”

“Annesi onun ikinci tin ustasının ruhunu taşıdığını söylüyormuş.”

“Ha, tamam. O zaman iyi operasyon olur bu iş. Böylesi mübarek bir ruhun velisi tabi ki bizim adamımız olmalı. Kim ki o Rendö? Rendö kimdi yani? Onun soyuna yedirmeyiz!”

“Zaten Rendö’nün ailesi de tamamdır. Hepsi üzerinde çalışıldı. Elimizdeler. herkes görsün bakalım şimdi, Nonoşların da oğlu olur! Olunca da kutsal ruh olur!”

“Değil mi ya!”

“İşin en zevkli kısmına geldik desene.”

“Kadından çocuklarını çaldık. Şimdi sırada kütüklerini değiştirmek var.”

“Yedek plan var mı?”

“Var tabi. Dalmaçyalılar hazır ve nazır… Dört gözle Tinne’nin ölmesini ve her şeyin onlara geçmesini bekliyorlar.”

“Fikirleri, sözleri, hikayesi. O zaman çocukları tamamen ortadan kaldırmak gerek?”

“Evet, Dalmaçyalılar da olmazsa, Daltonlar var.”

“Leş kargası, akbaba çok! Hah ha hah ha!”

“Öyle deme, onlar bizim cici köpeklerimiz!”

“Ama bu Tartaryan planı iyi olmuş gerçekten. Adamın ailesinin bütün şerefi, onuru beş paralık olmuştu. Ciddi bir başarısızlıktı bizim için. İyi düşünmüşsünüz!”

“Bak çok ilginçtir, Tartaryan’ın ailesi de Tin ustasının soyuna konmuşlardan geliyordu.”

” Ya, değil mi? Tihace’nin önceki evliliklerinden olma çocuklarından?  Yani Tartaryan’ın ataları da Son Tin Ustası’nın kızının çocuklarının katili ve mirasçısı olmuştu?”

“Aynen öyle!”

“Biz orda da vardık. Burada da varız. Sen esas oraya gel! Kaldır bakayım kadehi!”

“Şerefe kardeşim! Bir yerde bir define varsa biz oradayızdır.”

“Tarih tekerrürden ibaretmiş gerçekten.”

“Tarihin çarkını biz çeviriyoruz. Yöntemlerimiz belli. Kitabımızda bir bir yazıyor. Gizli bir işimiz yok. O yüzden tekrar ediyor. Bu kadar basit aslında ama görmüyorlar.”

“Tinne de kendisinin son Tin Ustası’nın kızının ruhunu taşıdığını söylüyor.”

“Bak sen! Kadın iyi yazıyor.”

“Gerçekten. Biz komisyona yazdırsak bu kadar sağlam hikaye çıkartamazlardı.”

“Sen şimdi şunu demeye çalışıyorsun, Son Tin Ustası’nın kızı çocuklarının intikamını almaya gelmiş?”

“Herbela’nın hesabını ödetecek bize, hah hahah hah!”

“Aslında güzel hikaye de o öldükten sonra bizler burada olmaya devam edeceğiz ve hikayeyi gene biz yazacağız. Onun bir ekibi yok ama bizim var? Onun sürekliliği yok ama bizim var?”

“O gideceğini ama tekrar geleceğini söylüyor. Türklere kazandırıp bize kaybettirene kadar hep tekrar gelecekmiş.”

“Geleceği varsa göreceği de var o zaman hah hah haha!”

“Bugün gerçekten çok eğlendik kardeşim. Bunun anası babası bizi bu kadar eğlendirememişti, hatırlıyor musun?”

“Biz babalarımızdan daha şanslıyız!”

“Doğru söylüyorsun.”

Önceki Sayfa Sonraki Sayfa