– 30 – Cadılar Konsülü

CADILAR KONSÜLÜ

İçeriye girdiğinde cadıların neden ayağa kalktığını anlayamadı Tinne. Herhalde usulleri böyle, ne kadar saygılılar, dedi içinden.

Kimse konuşmuyordu. Siyahlar giymiş birçok kadın ona merakla bakıyordu

Davet edildiği salonda oturma yerleri tribün sistemine göre yapılmıştı. Tinne’nin etrafı yarım daire şeklinde dizilmiş tribünlerle çevriliydi. Hiç boş yer yoktu ve ayaktaki bu kadınlar niye böyle donmuş gibiydiler, anlamıyordu.

“Selam” dedi.

Bir mırıltı yükseldi. Herkesin kendi dillerince karşılık verdiğini anladı Tinne.

Tekrar sustular. Hala ayaktaydılar.

Nabustannezar Tinne’ye bir koltuk getirilmesi için işaret etti.

Tinne oturunca, cadılar da oturdular.

Tinne’nin eline telekon verildi. Tekrar bir sessizlik hâkim oldu.

“Önceden düşman bendim, şimdi buradaki herkes namlunun ucunda.”

Cadılar onaylamak için başlarını salladılar.

“Daha önce dost muyduk onlarla peki?”

Kimileri güldü. Kimileri önüne baktı. Kimileri “hayır” anlamında başını salladı.

“En eski kitaplardan başlayalım. Yazılanlara bakılırsa kadınlardan korkuyor gibiler, değil mi? Sanki kadın insan değil, başka, tehlikeli bir tür. İnsandan başka bir tür.”

Sıkıntıyla başlarını salladılar.

“Sizler, yüzlerce yıl önce, sisteme kabul edilmiş olmanın minnettarlığıyla bu düşmanlığın bittiğini düşündünüz.”

Onaylandığını gören Tinne, daha seri konuşmaya başladı.

“Meğer, sadece benim değil sizin üzerinizde de denemeler yapmaktalarmış.”

Nefeslerini tutmadan dinliyorlardı.

“Bir kadının hayatının üzerinde oyun oynandığını görüyordunuz ve itiraz etmek yerine oyuna katılıyordunuz.”

Cadılar Nabustennezar’a baktılar, bizi sen savun, dercesine.

Nabustennezar, susun ve sabırlı olun işareti yaptı.

“Bu yaptığınız yanlıştı.”

Gözlerini kaçıran cadılar Tinne’ye hak veriyordu.

“Şimdi ise aynı durumdayız.”

Tinne, arada susuyor, etrafına bakıyordu.

“Sanırım bir noktada, seyirci kalamadınız ve taraf tuttunuz.”

“Çünkü yüzyıllardır oynanan bu oyunda kimse benim kadar haklı, benim kadar masum olmamıştı değil mi?”

“Kadın kahramana, kendilerini haklı çıkaracak bir suç isnat etmeyi her zaman başarmışlardı, ta ki bana kadar.”

“Bu oyunda tekmelenen top olması için seçilen kadın, muhakkak başına geleni hak etmiş oluyordu, değil mi?”

“Annem, onlardan birini, ya da birilerini dilfonla arayarak göz yaşı döktü değil mi?

Hatta şöyle söyledi: -Tinne sesini değiştirdi- Ben kızımı geri istiyorum. Onu bana geri verin ne olur, yalvarırım size!”

“… ve onlar hiçbir annede görülmeyecek taş kalbe sahip bu kadını son derece takdir ettiler? Onun amacına ulaşmak için her şeyi yapabilme kapasitesini çok beğendiler. Çünkü onu kendilerine benzetmişlerdi. O da tıpkı onlar gibi bir takiye ustasıydı. Sevgisizliğini sevgi taklidiyle örtmeye uğraşıyordu. Asıl amacı güçtü, ünvandı ve bana en az onlar kadar düşmandı.”

“Düşman bir anne. Üstelik düşmanın annesi! Düşmanımın düşmanı dostumdur, öyle değil mi?”

Cadılar birbirlerine bakmaya başladılar. Saf, ezik, aptal ve fazla iyi niyetli bildikleri Tinne başka birine dönüşüyordu. Konuştukça içinden başka birisi çıkıyor gibiydi. Yüzlerine gülümseme yayıldı hepsinin. Salonda tuhaf bir enerji oluşuyordu, elle tutulurcasına hissedilen bir enerji. Adı umuttu, adı dirilişti, hatta adı zaferdi bu enerjinin.

Cadılardan biri dayanamadı yanındakine dirsek attı.

“Şöyle bir durum değerlendirmesi yaptım ki bundan sonra ne yapacağımıza doğru karar verelim.”

Tinne yerinden kalktı, telekonu koltuğa bıraktı. Cadıların oturduğu sıralara yaklaştı.

“Sizden bir şey rica edeceğim.”

Onların gözlerini daha yakından görebiliyordu.

“Beni yalnız bırakın. Bu savaşta lütfen beni yalnız bırakın. İşime karışılmasını istemiyorum. Bir de sizi düşünmek istemiyorum. Çocuklarımı bu yangından kurtarabilmek için akla karayı seçtim. Çıraklarımı koruyabilmek uğruna başıma gelmedik kalmadı. Dostlarımdan borçsuz ayrılabilmek için çok bedel ödedim. Sizden iyilik falan istemiyorum, kimseye borçlanmak istemiyorum. Gölge etmeyin yeter!”

Herkes donup kalmıştı.

Nabustannezar ayağa kalktı ve Tinne’nin yanına geldi.

“Biz sizin gölgeniz oluruz efendim.”

Dedi.

Tinne, ne yanıt vereceğini bilemedi.

“Ben sadece yalnız savaşmayı biliyorum. Başka türlüsünü bilmiyorum.”

“Öğrenirsiniz.”

Tinne ona baktı. Nabustannezar Tinne’nin bakışlarına yanıt verdi:

“Emirlerinize kayıtsız şartsız itaat edeceğimize söz veririz!”

Salon uğuldadı. Cadılar reislerinin sözlerini tekrarladılar.

“Neden, diye sormayacaksınız.”

Bir ağızdan cevap verdiler:

“Sormayacağız.”

“Beni sorgulamayacaksınız.”

“Söz!”

“Bütün sorularınızın yanıtını alırsınız, eğer sabrederseniz.”

“Tamam!”

“Öyleyse anlaştık.”

“Hiçbirinizin üzerinde mal, mülk, bankada para olmayacak. Derhal yakınlarınıza devredin. Sevdiklerinize, varsa çocuklarınıza. Bütün borçlarınızı ödeyin. Çok fazla bağış, yardım ve saire yapmalısınız. Çünkü savaşa gidiyoruz. Buna ihtiyacınız olacak. Bundan böyle tatil yok. Şimdiye kadar hangi sıklıkta toplanıyordunuz bilmiyorum ama en az haftada bir olmalı. Bekar olanlarınız mümkünse aynı evde, ya da aynı binada yaşamalılar. Bundan böyle evlenmek yok. Çocuk yapmak yok. Siz savaşçısınız, yumuşak karın istemiyorum. Zaaflarınızdan arının. Zevklerinizin pahalı, gösterişli, zahmetli olanlarından vaz geçin. Söyleyin bakalım, av yapıyor musunuz?”

Karmaşık duygular içerisindeydiler. Bekledikleri kişinin bu kadın olduğuna hepsi emin olmuştu. Komutları bir bir ezberliyorlardı ve neden şimdiye kadar böyle yapmadık biz, diye kendilerini sorgulamaya başlamışlardı. Av mı? O da neydi?

“Ama erkekler yapıyor? Yüzyıllardır hem de! Onlar geceleri sizin gibi yumuşacık yataklarında keyfetmiyor! Kendilerine bir düşman, bir öteki icat edip düşüyorlar peşine. Onların bütün sistemleri bu av üzerine. Geceleri av, gündüzleri maç yapıyorlar. Her an güçlü ve uyanık olabilmek için, her şeyi göze alıyorlar.”

“Av yapacaksınız. Sizler, Allah’ın yarattığı canlıları sırf canınız istiyor diye değil, eğlenmek için değil, zinde olmak için değil, mazlumlar için avlanacaksınız! Beni anlıyor musunuz? Küçük çocuklara, hayvanlara, savunmasız, korumasız canlılara, kimsesiz kadınlara saldıran, tecavüz edenlerin peşine düşeceksiniz. Sizin düşmanınız zalimler ve onları koruyanlar! Herkes gücü, kapasitesi yettiğince bu ava katılacak. Haftada bir av yapacaksınız. Hepiniz! Genç yaşlı dinlemem! Karınca kararınca hepiniz katılacaksınız!”

“On gün sonra buraya esirlerinizi görmek için geleceğim. Eğer av sırasında ölürlerse organlarını bağışlayın.”

“Bu kadar yüzyıldır bir av yapabilecek kadar teşkilatlanamadıysanız, yazıklar olsun size! Kapatın, gidin öyleyse!”

Cadılar şu ana kadar figüran olduklarını ama artık ipleri ellerine almak üzere olduklarını düşünmekteydiler.

“Nasıl olsa bizi öldürmeye karar verdiler! Hepimizin kalemini kırdılar! Ölmeden önce kaç kelle alırsak kârdır!”

Kuralları unutmuşlardı, reisin, kürsüsü üzerinde duran çanı çalmasını falan bekleyemediler. On üç yüzyıldır olmayan şey oldu. Hepsi ayağa fırladılar, cüppelerini, şapkalarını, boyunlarındaki fularları havaya fırlatıyorlardı. Birbirlerini öpüyor, kucaklayıp kaldırıyorlardı. Titreyerek, ürkerek, savunmada geçmişti bütün varoluş hikayeleri. Ölmekten ilk defa korkmuyorlardı. Tinne oradan ayrıldıktan sonra, günlerce toplantı alanını terk etmediler. Kimi, nerede ve nasıl kovalayacaklarına karar verdiler. Tinne onlara gitmeden anlatmıştı, plan yapmak işin onda dokuzudur, eylem bir saattir, planlaması günlerce sürer demişti.

Hepsi aynı anda durup, birbirlerine şunu sordu o akşam: Tinne bütün bunları nerden bilebilirdi?

Önceki Sayfa Sonraki Sayfa

Defne Ilgaz, Rıfat Ilgaz, Afet Ilgaz, Absürd, Absürt, Mizah, Otobiyografi, Eğlenceli yazılar, Gülmece, Hiciv, Taşlama, Edebiyat, Roman, Deneme, Şiir, Tinne, Saçmalardan Seçmeler, Saçma,Acaip, Acayip, Acayip Dünya, Kadın, Komik, Komik kadın, Gülmece Güldürmece, Sıra Dışı, Fantastik

– 12 – Çember

ÇEMBER

Siz kinomayı bilir misiniz? Hani hareketli resimler? Hatta ses de var, müzik de var. Epey bir zamandır renkli.

Kinomanın malzemesi olan kilm şeridi icad edildiğinden beri dünyanın dört yanında görüntüler kaydedildi. Bir müddet sonra bununla tiyatroya benzer bir sanat yapılabileceği anlaşıldı. O günden beri tamaraların çektiği görüntüler sayesinde ne hikayeler anlatılıyor.

İnsanlar sürüler halinde beyaz perdenin önünde toplaşıp, bu hikayelere saatlerce ağlaşıp gülüyorlar. Heyecanlanıyorlar, korkuyorlar, ferahlıyorlar, hatta aşık bile oluyorlar. Kendinden geçip ayılıp bayılanlar da oluyor.

Kilm seyredilirken ha bire yiyorlar, içiyorlar arada da el ele tutuşup, koklaşıyorlar.

Bunun bir çeşit büyü olduğunu fark eden us-manlar sık sık toplantı yaptılar. Karşılıklı düşündüler. Sonuç olarak dünyayı büyüleyebileceklerine karar verdiler. Böylece yer yüzündeki tüm kadınlara, erkeklere ve çocuklara her istediklerini yaptırabileceklerdi.

Büyü için de sanat için de gerekli malzeme gerçek numunelerdir bilirsiniz. Tırnaklar, saçlar, giyilmiş giysiler gibi. Sanatçılar da onu yorumlayacak, değiştirecek bile olsalar aslına, gerçeğine bakmak, incelemek isterler. Çünkü hiçbir uydurma ve kurmaca, gerçeğin yerini tutamaz.

Bu büyük operasyondu. Söz konusu olan Dünya hakimiyetiydi. Önce Agarika diye bir ülke kurdular. Sonra diğer memleketlere korkunç savaşlar, iç karışıklıkları, ihtilaller saldılar. Oradaki büyücü ve sanatçılar sunduğu fırsatlarla ünlü bu yeni ülkeye taşınmak zorunda kaldılar.

Agarikalılar, Fulu-mud isimli koca bir kent kurdular, büyük Javudi şirketleri oralara platolar inşa etti. Burada tamaralar gerçeğinden ayırt edilemeyecek olayları kaydedecekti.

Dünyanın dört bir yanından renk renk ırk ırk sanatçılar gelmişti. Kent onları ağırlamaya, platolar çalışmaya hazırdı.

Ama bir şey eksikti. Gerçekler.

Büyü için lazım olan gerçek numuneler.

Sanatçılara lazım olan gerçek olaylar, gözyaşları, trajediler, aşklar, çekişmeler lazımdı.

Yoksa gözler gördüğüne, kulaklar duyduğuna inanmazdı.

Bunun için ilk akıllarına gelen yer hasta adamın topraklarıydı. Nasılsa hasta adam ölmekteydi. Savaş, ateş, göç, dağılan yuvalar, düzene isyan eden asiler bu dram dolu düşman topraklarından seçilmeliydi.

Modeller “beyaz” ve “güzel” olmalılardı. Erkekler güçlü karaktere sahip insanlar olmalıydı.

Mu-mulus-mılan üyelerinin yaptığı ayinlere benzeteceklerdi. Ama bu sefer beyaz adam köleleri, yerel, kiralık elemanlara kovalatacaktı. Onların hayatlarını alt üst edecek, her şey çembere dahil olan hafiyeler tarafından gizlice takip edilecek ve derhal Agarika’ya bildirilecekti.

Mu-mulus-mılan ayinlerinden tek farkı bu zavallı kölelerin beyaz olmasıydı.

Onların hayatlarından damıtılarak elde edilmiş hikayeler bütün dünyaya servis edilecek, karanlık salonlarda kendilerinden geçerek izleyenler, farkında olmadan onları taklit edecekti.

Şarkı üreten, resim üreten, yazı üreten çemberin içinden sanatçılar da aynı hikayelerden esinleneceklerdi.

Dünya aynı anda aynı şeyleri izleyerek, dinleyerek, büyülenecek ve aynı dramlar, aynı şekilde tüm dünyada yaşanacaktı.

Tahmin edeceğiniz gibi hasta adamın topraklarında yaşayan (çembere üye olmamış) beyaz insanlar hayatlarının irdelendiğini ve beyaz perdeye yansıtıldığını hiç bilmeyecekler, asla öğrenemeyeceklerdi.

Bu takip ve irdeleme sayesinde düşmanın sırları, zaafları ve güçlü oldukları yanlar da iyice öğrenilmiş olacaktı.

Daha sonra bu çalışmaya davranış bilimciler, ruh us-manları da katıldı ve bu yeni kurulmuş endüstri için hammadde arayışından yola çıkılmış proje, koskoca bir deneye dönüştü.

Sanatçılar bu hayatları şablon olarak kullanıyorlardı ama hikayelerin sonunu aldıkları emirlere göre belirliyorlardı.

Tinne bütün bu acayip bilgileri, cadılar reisinin bizatihi kendisinden almıştı.

Reis demişti ki, bizler kadın çemberini oluşturmaktayız. Bir de erkek çemberi var. Onların da bizim de bir takım güç ve donanımlarımız var. Takip edilen beyaz kölelerin hayatları erkek çemberinin üyelerine de servis edilir, bize de. Biz kadınların tarafını tutarız, onlar erkeklerin tarafını. Hikayeler böylece yazılır. Bizim için kadın kahraman haklıdır, onlar için erkek kahraman. Ama zaman geçtikçe çok ilginç olaylara da tanık olduk. İçimizden bazı cadıların erkeklerin tarafını tuttuğuna rastlanması gibi, bazı erkek büyücü ve sanatçıların da kadını desteklemesi gibi.

Yaklaşık yüz yıl geçtikten sonra denek grubundan bir kadın, olanları farketti. Bu, Tinne’nin annesiydi. İyice kızışmış olan mücadelede (hasta adamın topraklarının ele geçirilmesine ramak kalmıştı) gene dilfon sayesinde denek grubuna dahil olmuş erkeklere ulaşarak, iş birliği teklif etmişti.

Cadılar bu durumda ne yapacakları konusunda çelişkiye düşmüşlerdi.

İçlerinden bir kadının, kendi kızının aleyhinde iş birliği yapmasını, nasıl değerlendireceklerini bilemediler.

En sonunda karar verilmiş, tokmak vurulmuştu. (Daha sonra o tokmak bir daha kullanılmamak üzere cadıların yer altındaki müzesine kondu.)

Karar acıklıydı. Bir kadının diğer bir kadını arkadan vurması, çember içi yasalara göre büyük bir suçtu. Bunu yapanın önceden ikaz edilmiş olması, cezayı arttırıcı bir unsurdu.

Bunu yapanın genç kadının annesi olması ise cezanın affedilebilirliğini ortadan kaldırıyordu.

Tinne böylece annesinin nasıl göç ettirildiğini anlamış oldu.

Önceki Sayfa  Sonraki Sayfa

Defne Ilgaz, Rıfat Ilgaz, Afet Ilgaz, Absürd, Absürt, Mizah, Otobiyografi, Eğlenceli yazılar, Gülmece, Hiciv, Taşlama, Edebiyat, Roman, Deneme, Şiir, Tinne, Saçmalardan Seçmeler, Saçma,Acaip, Acayip, Acayip Dünya, Kadın, Komik, Komik kadın, Gülmece Güldürmece, Sıra Dışı, Fantastik