– 46 – KARTOPU OPERASYONU

– 46 – KARTOPU OPERASYONU

Tinne uzun zamandır ilk kez yalnız çıkıyordu dışarıya. Halk pazarlarını severdi. Sebzenin meyvenin en iyisi ve tazesi orada olurdu. Kereviz tezgahında, bütün dikkatiyle, boyutlarıyla, yapraklarının canlılığıyla, ha birde kokusuyla en iyi kerevizi seçiyordu. Kimseye çaktırmadan koklardı sebzeleri. Sıkardı, evirir, çevirirdi.

“Herkes zeytinyağlı yapar ama bunun etlisi de çok güzel olur.”

Sesin geldiği yöne çevirdi başını, pazarda görmeye alışık olmadığı türden bir kadın ona akıl öğretmeye devam etti. “Terbiyeli yapılır, yumurtanın sarısı limon falan.”

“Biliyorum” dedi, Tinne. “Zaten ben öyle severim ama kocam zeytinyağlı seviyor.”

Kadın güldü. Şapkasının tülünü kaldırmasa fark edemezdi Tinne onun güldüğünü.

“Kesin anası da öyle yapıyordur!”

Tinne, elini beline koydu. Uzun, esmer kadına, gülerek ” bir denese hep bundan ister ama…”

” Denemez onlar!..”

İkisi de kahkahalarla güldü. Sonra da birbirlerine sarıldılar.

Kadın tepeden tırnağa siyah giyinmişti. Tırnakları nar çiçeği rengindeydi. Aynı renkte ruj sürmüştü.

“Neredeydin?” diye sordu Tinne.

“Ortalık biraz sakinleşsin diye bekledim.”

“Hadi canım ne sakinleşmesi Üçüncü Dünya Savaşı başladı, ne sakinleşmesi!”

“Evin yakın değil mi? Çayın var mı?”

“Sen ne diyorsun? Çayım var, çorbam var, yeni yaptım, elmalı kurabiyelerim de var!”

Eve çıkarlarken benim de zilime bastılar. Kapıyı açıp Nabu’yu karşımda görünce çığlığı bastım, kapının önünde hasret gidermemiz beş dakika sürdü.

Elyase bizim için sobayı yaktı. Tinne eve bir fırınlı soba kurdurtmuştu. Kötü günleri bahane etmişti ama aslında Balkan börekleri ve kuru fasulye için kurdurtmuştu. Elyase çok itiraz etmişti ama kurulunca da sobanın üstünde çay ve sucuk yapma işini üstlenivermişti.

Nabu şapkasının iğnesini çıkarıp yanına koydu. Tinne’nin koltukları sanki ona küçük gelmiş gibiydi. Şöyle bir etrafına baktı. Gözleri doldu. “Senin adına çok sevindim.” dedi, ağlamamak için kendini zor tutuyordu. “Sağ ol.” dedi Tinne. İkisi de duygulanmışlardı.

Bu tip insanlar çok soru sormazlardı. Nasıl oluyorsa, onlar lazım olanı bilirlerdi. Nabu şöyle bir etrafına baktı. Üst üste dizilmiş kitapları gördü. Kitaplar öbek öbek her yerdeydiler. Aynı anda okundukları, defalarca okundukları belli oluyordu. “Bıraktığım kitapları okumuşsun, eskitmişsin hatta.”

Çayı koyarken, kahkaha attı Tinne. “Ne diyorsun, ona benzer daha bir sürü aldım. Elyase okulun kütüphanesinden bana taşıdı hep. Tosyolobi de neymiş be!”

Tinne şöyle bir durdu. Coşkun akan o pınarın sesi sustu. Nabu dikkatle Tinne’ye baktı. Tinne nereden başlayacağını bilmiyordu. Her sözünün önem arz ettiğini bilmek, ne kadar büyük bir sorumluluktu! Tinne ağzından çıkan her sözü tartmak zorundaydı. Dost da düşman da büyük bir dikkatle onun ne yapacağını, ne söyleyeceğini, kime kızacağını, kimi seveceğini, neyden mutluluk duyup, neye üzüleceğini ölçüp duruyordu. Belli ki bu işkence gibi durum, o ölene kadar devam edecekti.

Ben Nabu’nun gözlerine baktım. Gece gibi siyah gözleri, uzun ve kıvrık kirpikleri Tinne’yi bekliyordu. Tinne’nin tam şu anda, ne diyeceğinin herkes için önemli olduğunu sezmiştik.

“Onları Kartopu Örneklem Yöntemiyle…” Tinne durdu. Nabu’ya dik dik baktı. “…tespit edeceğiz.”

Nabu güldü. İçinden “işte bu” dediğine emindim. Başını salladı.

Tinne arkasına yaslandı, çayını yudumlarken sordu. “Her şey yolunda mı?” Sorması gerekiyordu sordu.

“Sayılır” dedi Nabu. “Fena değil.”

Nabu yedi seneden sonra ortaya çıkabildiğine göre, durum çok kötü değildi. Tinne’yi eliyle koymuş gibi bulabildiğine göre de, iyi bile sayılırdı. Ama tabi, daha iyi olabilirdi.

Elyase de benim gibi lafa karışmadan dinliyordu. Anlamadığı çok şey vardı ama bunu sorun etmezdi. Tinne’yi seviyordu, yüzlerce binlerce yıldır, aradığı ve hasretini çektiği yârini bulmuştu. Sıra dışı insanları yargılamaz, hatta onları severdi. Bir kaç keskin ölçütü vardı. Onlar söz konusu olduğunda sesini yükseltir, ama Tinne işin içindeyse anlayışlı davranır, sesini çıkarmazdı. (Dağdaki şalvarlı savaşçıları hiç sevmezdi mesela.) Tinne onu da kerevizleri seçer gibi seçmişti. Bu adam hainlik yapmaz, ölene kadar hatta daha sonrasında bile sadık bir yar olmaya devam ederdi. Anlaşamadıkları konular sevgilerine de birbirlerine ettikleri yemin de zarar veremezdi.

Zamanımızda insanlar dürtüsel davranıyorlardı. Daima sadece kendilerini heyecanlandıran seçeneklere yöneliyorlardı. Tinne zaten öteden beri başkalarının heyecanlandığı hiçbir şeye heyecanlanmazdı. Mesela lüks bir araba ona bir şey ifade etmezdi. Gösterişli olan her şeyden nefret eder ama bayrağımızı görünce muhakkak gözleri dolardı. Onu anlamak mümkün değildi. Tinne’nin karşısına çok yanlış bir kobay koymuşlardı. Nonoş Tartaryan gibileri Tinne’yi muhakkak heyecanlandırırdı ama umdukları gibi değil.

Siz onun heyecanlandığını hiç gördünüz mü? Ben birçok kez gördüm. Ama o heyecanlandığı zaman hep büyük şeyler olur. Ne bileyim mesela bir yangın, bir patlama, bir suikast falan.

Yüksek Batılılar bu sefer baltayı taşa vurmuşlardı. Estetik ameliyat yapıp, takım elbise giydirip altına gösterişli araba verip Tinne’nin mahallesine konuşlandırdıkları Nonoş Tartaryan, Tinne’yi gerçekten çok heyecanlandırıyordu. O kadar heyecanlanıyordu ki yüksek ya da alçak Batı istikametine düşen her şeyi ve herkesi imha etmek istiyordu.

“Deneylerde mahremiyet olmaz değil mi?”

Nabu soruyu anlamıştı ama netleştirmek lazımdı. “Nasıl yani?”

“Alanda gözlem, doğal ortamda gözlem… İki türü var bunun. Bunların üzerimde kullandıkları yöntem, Doğal Ortamda Gözlem dedikleri.”

Nabu başını salladı. Kurabiyesi bitmesine rağmen hala daha yalanıp duruyordu. Kalkıp tabağına bir kaç tane daha koydum.

“Hipotezleri yani ‘Ho’, kadın suçludur, kötüdür, bütün günah onundur, şeytandır. Erkek masumdur, zavallıdır, kötü kalpli kadınların kurbanıdır falan. Karşı hipotezleri yani ‘H1’ kadın haklıdır, masumdur?”

“Evet, öyleydi” dedi Nabu, biraz utanarak.

“Siz de bu karşıt hipotezi temsilen deneye yani oyuna dahil oldunuz?” Nabu başını salladı, çatalıyla tabağındaki kırıntıları bir kenara topluyordu.

Tinne kalktı ve kitap yığınına yöneldi. Nasıl yaptı anlamadım ama bir tanesini çekti ve aradığı sayfayı hemen buldu. Okumaya başladı:

“Kartopu örnekleme yapmak için herhangi bir şekilde, evrendeki birimlerden birisiyle bağlantı kurulur. Sonra bağlantı kurulan kişinin yardımıyla bir başkasıyla, daha sonra yine aynı yolla bir başkasıyla temas kurulur. Böylelikle örneklem, kartopu etkisi şeklinde, zincirleme olarak büyütülür.”

Başını kitaptan kaldırdı ve “aynısını onlara yapacağız” dedi.

“Evrenimiz, her türlü ahlaksızlığı ustalıkla yapıp toplumda sevilen sayılan kişi olmayı becermiş sahtekarların hepsi. Erkek görünümlü olanlar. Örneklem grubumuz, şu beni çarmıha gerip, yıldıza oturtup, linç etmelere doyamayan masal kanalı. Tartaryan ve onu destekleyen herkes. Ona ekmek, su veren herkes. Sahip olduğu, sevdiği, övündüğü ne varsa kim varsa.”

Nabu donmuş gibiydi. Onun bu kıpırtısızlığı kafasındaki kayıt cihazının çalışmakta olduğunu gösteriyordu. Korktuğunu düşünmeyin. Sevenler korkmaz.

Tinne sehpanın üzerindeki kilağı aldı eline. “Bak, bu şarkı bizim neşriyatımızı anlatıyor.”

Nabu kaşlarını kaldırdı. “Neymiş bizim neşriyatımız?” dedi. Bununla ilgilenmişti. Siyon Amca’nın neşriyatını terk edeli çok olmuştu. Herkesin bir neşriyata, kurallar, kaideler, yasalar bütününe, bir sistematiğe ihtiyacı vardır.

Neşriyatımızın sloganı şu: “Bir yerine bin cezayla…”

Şarkı bir haine yazılmıştı. Şifrelerimiz çeşitli yerlere gizlenmişti ve Tinne onları tek tek bulup çıkartıyor, en anlamlı, en doğru şekilde birleştiriyordu.

“Sarah adındaki kadını duymuş muydun, hani şu siyah güzel kadın, özellikle de kalçası güzelmiş?”

“Çok acıklı bir hikayesi var.”

“Onun hikayesi bütün acıklı hikayelerin toplamı gibi. İçinde erkek var, emperyalizm var, ırkçılık var, Siyon Amca var. Hayvan yerine konan, teşhir edilen, taciz edilen, üstünde deneyler yapılan insan var. Kurban edilen kadın var.”

“Ben ona yazılmış şiiri biliyorum. Şu, seni eve götürmeye geldim, diye başlayan…”

“Okusana.”

“Seni eve götürmeye geldim eve, hatırlar mısın bozkırı? Yemyeşil çimeni, büyük meşe ağaçlarının altındaki? Hava serindir orada, güneş de yakmaz. Bir tepenin eteğine serdim yatağını…”

Nabu burada ağlamaya başladı. O da siyahi bir kadındı ve bu şiir, hepimizden çok onun canını yakmıştı.

Tinne elindeki kilağı Elyase’ye verdi ve Nabu’ya sarıldı.

Onlar ağlaşırken Elyase kilağı koydu.

Tinne Nabu’nun kulağına fısıldadı. “Kartopu operasyonunu Sarah için yapalım.”

Nabu başını salladı. Ezilmişlerin, itilip kakılmışların, horlanmışların da iyi yerlere geldikleri, gelebilecekleri doğrudur. “Ev zencisi” ya da odalık olmaları şartıyla. Nabu bunu reddetmiş, bu uğurda hayatını ortaya koymuştu. Baphomet’in mabedindeki yerini kaybetmişti ama artık Tinne’nin başkomutanıydı. Kimsenin önünde eğilmek, secde etmek ya da kendini hiç ederek birilerini memnun etmek zorunda değildi. Artık Tinne ona etli kereviz yapacak, gece uyurken üstünü örtecekti.

Hiç şüphe yok ki Tinne’nin küçük evi Baphomet’in mabedinden daha genişti.

Önceki Sayfa Sonraki Sayfa

– 35 – İfşa Edelim!

– 35 – İFŞA EDELİM!

Nabustannezar, Tinne’yi elinden geldiğince aydınlatmaya, uyandırmaya, uyarmaya çalışıyordu. Ama her seferinde şaşırıyordu. Tinne’nin aslında her şeyin çoktandır farkında olduğunu görüyordu. Tam “öyleyse neden” diye aklından geçiriyorken, Tinne cevabı yapıştırıvermişti:  “Farkında olmak neyi değiştirirdi ki, benim soluksuz devam eden zor bir hayatım vardı. Kıskanç ve hazımsız annem, açgözlü ve doyumsuz üvey kardeşlerim ve onların kendilerinden beter çirkin karıları… Havai ve sorumsuz kocam ve onun tek kişilik hayalleri… Hep kendi derdiyle meşgul ve daima uzakta olan Aziz Peder ve tabi bu beş para etmez kalabalığın içinde büyütmek zorunda olduğum çocuklarım… Peşimde aç kurt gibi dolaşan bir ruh hastasının varlığını fark etmiş olsam ne olur, olmasam ne olur? Biliyor musun, ben tıpkı yaşadığım coğrafya halkları gibiyim Nabustannezar! Düşmanlarımın gayet farkındayım. Ama benim de, halkımın da düşmanları gizlenen türden.”

“Korkaklar çünkü.” Nabustannezar, Tinne’nin düşmanlarını ezelden beridir tanıyordu.

-“Söyle o zaman, ne yapalım Nabu? Onları nasıl ortaya çıkaralım?”

-“Onlar elbet bir gün ortaya çıkacaklar. Her deneyin bir bitiş tarihi vardır.”

Cevabını bildiği halde sordu Tinne. “Laboratuvar faresi miyim ben, ne deneyi?”

-“Öyle demek istemedim ama senin üzerinde bin bir türlü deney yaptıkları doğrudur. Onların din gibi taptıkları bir bilim var, Tosyolobi. Deneye, gözlem ve karşılaştırmaya dayanan bir bilim. Toplum bilim de diyorlar. Patolojik, marazi olanla sağlıklı olanı çatıştırmaları gerekiyor. Doğal hayata müdahale ederek yapıyorlar deneylerini. Yeni bir din olarak gördükleri bu bilimi geliştirmeye çalışıyorlar.”

-“Hadi be! Kimmiş bu bilimsel dinin kurucusu, ben tanıyor muyum?”

-“Högüst Kont!”

-“Bir yerden tanıdık geliyor ama çıkartamadım…”

İkisi de biraz suskunluğa gömüldüler. Düşündüler, düşündüler. Tinne ne düşünüyordu bilemiyorum ama Nabustannezar düşmanın ellerini Tine’nin boğazından nasıl çekerim diye düşünüyordu. Yani neredeyse eminim böyle olduğuna. Nabustannezar’ın varlık sebebi buydu çünkü.

-“Burada patolojik olan Tartaryan, değil mi? Ben değilim herhalde?”

-“Bir de soruyorsunuz!”

-“Şaka yaptım, Nabu’cuğum. Bunların BBG evlerine nasıl meraklı olduğunu, insanı, yani onların tabiriyle ‘insana benzeyen hayvanları’ izlettirmeyi nasıl sevdiklerini, ben çok iyi biliyorum. Onevizyon’da bütün gün birbirleriyle çatışmaya sokulmuş kadınlarla erkekler, analarla gelinler seyrettiriliyor. O programlarda bizim en yüksek varlık olduğuna inandığımız insanoğlunun, en aşağılık yüzünü sergilemeye çabaladıklarını görüyorum. Bütün bu gayretin elbet bir sebebi olmalı.”

-“Kitapları kitapları… Sebep, sıkı sıkıya bağlı oldukları o köhne zehirli kitapları.”

-“Haberim var o kitaptan.”

-“Sözleşme diyorlar adına.”

-“Biliyorum.”

-“Her şeyin farkındasınız. Öyleyse, niye bir şey yapmıyorsunuz Tinne’miz?”

-“Ne yapabilirim, ben bir garip kadınım!”

-“Emret, biz yapalım.”

-“Nabu. Neler yaptığınızdan haberim var. Bana sormadan başlamışsınız bile. Hala ne istiyorsun?..”

Nabu, ne diyeceğini bilemedi.

“Bu yangınları siz yapıyorsunuz değil mi?”

Nabu, sodasını dikti tepesine. Sıkıntılı sıkıntılı kıpırdanmaya başladı.

-“Ben size avlara başlayın demiştim.”

-“Başladık.”

-“Doğru adamları avladığınıza emin misiniz?”

-“Siz aşağıdan yukarı doğru demiştiniz. En tepedekiler en son demiştiniz. Ona uyuyoruz.”

-“Anlaşıldı. Tedbir almaya başladılar. Bak Nabu, bunlar yenileceklerini anlayınca önce sessizleşirler, sonra büyük patırtı yaparlar. Ben bugünlerde büyük bir patırtı bekliyorum.”

-“Büyük patırtıya cesaretleri yetmezse?”

-“Rüşvet verir, satın alır, şantaj yapar, bir şekilde anlaşma yoluna giderler.”

-“Eğer ayak izleri, parmak izleri bulunmuşsa?”

-“Tüm izleri, bağlantıları yok etmek için ne gerekiyorsa onu yaparlar.”

-“Biz de buna gayret ediyoruz, Tinne’miz! Tartaryan sadece bir kobay. Ondan kolayca vazgeçerler. Ama deneyin sürmesinde ısrar ederlerse yeni bir fenomen sürebilirler deney sahasına.”

-“Bu tip düşmanda ifşa en sağlam savunmadır. Bunlar “gizlenen düşman”, meydana çıkıp kılıç çeken cinsten değil. Bütün gücünü gizlilikten alır, varlığını gizlenmeye borçludur. Biz sürekli “açığa çıkarma” operasyonu yapmalıyız.”

-“İfşa kampanyası diyorsunuz.”

-“Evet…”

Nabu, bacaklarını sallamaya, terleyen avuçlarını cübbesine sürmeye başladı.

– “Şu Högüst Kont’un kitaplarını getirin bana. Ne diyormuş bir bakalım.”

-“Adamın mabedi bile var!”

-“Bir de ‘bilim’ diyor icat ettiği şeye?”

-“Tebliğ yapıyormuş. Bütün krallara mektup yazıyormuş, peygamber gibi…”

-“Nabu senden bir şey rica edeceğim.”

-“Başım üstüne.”

-“Bana “Tinnemiz” demeyeceksin, “siz” diye hitap etmeyeceksin. Ben senden küçüğüm, beni kardeşin bileceksin.”

-“Biz senin öğrencilerindik… Mağarada…”

-“Bu konuyu konuşmak istemiyorum. Bir kedi, bir kuş olarak da karşına çıkabilirdim. Neysek ne! Geçmişte ne olduğumuza göre hareket edemeyiz.”

-“Binlerce yıl geçse de roller pek değişmiyor…Tin…ne…”

-“Bak böyle çok daha iyi. Nabu.”

-“Tamam.”

Önceki Sayfa Sonraki Sayfa

 

Defne Ilgaz, Rıfat Ilgaz, Afet Ilgaz, Absürd, Absürt, Mizah, Otobiyografi, Eğlenceli yazılar, Gülmece, Hiciv, Taşlama, Edebiyat, Roman, Deneme, Şiir, Tinne, Saçmalardan Seçmeler, Saçma, Acaip, Acayip, Acayip Dünya, Kadın, Komik, Komik kadın, Gülmece Güldürmece, Sıra Dışı, Fantastik,İlyas Temel şafak, Defne Ilgaz, Necati şaşmaz, Kurtlar Vadisi, Polat Alemdar, sahte Mehdi, adnan Oktar, İbrahim kalın, CIA, FBI, MOSSAD, Üçüncü Dünya Savaşı, necaaattii, ibne, godoş, orospu çocukları, sahil şaşmaz, abdülkadir şaşmaz, recai şaşmaz, zübeyr şaşmaz, panafilm, tayyar baba, elazığ, bkm, yılmaz erdoğan, güldür güldür, ali sunal, aydın ılgaz, mason biraderler, tapınak, ritüel, ayin, gizem, ezoterizm

 

– 29 – Tinne’nin Sırrı

TİNNE’NİN SIRRI!

“Sırrını öğrenmek istiyorlar” dedi, Angoralı genç pıhın estetikli ve dublajlı büyük oğlu. Ama bunu kendi sesiyle söyledi. Yanında toplaşmış biralı, beyaz atletli tiritler bir fırt duman aldılar ve acilen dinlemeye koyuldular. Soru sormadan ve sessizce. Abilerinin vücut dilini ezbere bilirlerdi hepsi. Ani çıkışları, öfke patlamaları olan Tartaryan’ın “tersi pisti”, kırardı dökerdi, duvarları yumruklar, kafa bile atardı.

Onun, bu kadına takıntılı olduğunu bilmeyen yoktu. Ama bu konuda kimse onunla sohbete girmezdi. Sadece dinlerlerdi. Çünkü dinleyici olan herkesin aklına da dilinin ucuna da aynı sorular gelirdi. İlk başlarda “neden gidip konuşmuyorsun?” diyorlardı. Sonra da “abi, kadın evli!” demeye başladılar. Aradan zaman geçince “çocukları var, yazıktır abi” diyenler suratlarına yumruğu yiyordu.

 Artık “bak, yıllardır beklediğin oldu, kocası öldü. Hadi abi, git konuş, bir şeyler yap” diyenleri, döve döve odadan kovuyordu. Tartaryan’ın ne istediğini, hatta tam olarak Tinne’ye neler hissettiğini anlayabilen yoktu.

Bildikleri bir şey varsa o da çok kurnaz bir adam olduğuydu. Her şeyi paraya çevirebilirdi, sahip olduğu her şeyi. İlgilendiği, uğraştığı, sevdiği, sevmediği, etrafında ne varsa, elinin değdiği, gücünün yettiği her şeyi. Onun bu ilkesizliği ve Tinne’ye olan takıntısı birilerinin dikkatini çekmişti. İlginç bir adamdı. Suyun üstünde asla dengede duramayan ama bir türlü de batmayan bir gemiydi sanki.

Dilfonu kapadığında, etrafındakilere başkomutan edasıyla yeni emri buyurdu ve duyurdu: “Bu cadının sırrını ortaya çıkaracağız artık. Lamı cimi yok! Adamlar bize açık çek veriyor! Yeter ki hiçbir soru işareti kalmasın, diyorlar.”

“Tamam abi, yaparız, hallederiz. Zaten takipteyiz. Daha da sıkılaştırıyoruz demek? Ama dahası ne olabilir, biz onu şeyede…”

Tiritçik daha lafını tamamlayamadan atladı Tartaryan. Yani masanın üstüne atladı. Yumruklarını ve dişlerini sıkarak, gırtlağının derinliklerinden hırıldadı: “Her anını kaydetmemizi istiyorlar. Ne yiyor ne içiyor, tuvalete kaç kere gidiyor, nasıl banyo yapıyor, uyurken neye benziyor, uykusunda konuşuyor mu, konuşuyorsa ne söylüyor, hepsini ve her şeyi bilmek istiyorlar. Bu çok büyük bir deney anlıyor musunuz? Dünya çapında bilim adamları bizden mükemmel sonuçlar istiyorlar.”

“Niye istiyorlar abi? Garibin hayatına çöktük zaten, kuş uçurtmuyoruz, daha ne bilmek istiyorlar?”

Tiritin sesinden Tinne’ye acıdığı, bu işten rahatsız olduğu anlaşılıyordu.

“Sus lan, çakacam şimdi bir tane! Bunlar dünya çapında bilim adamı, onlardan iyi mi bileceksin! Kör nokta olmasın istiyorlar işte!”

“Ne yapıyoruz o zaman abi? Eve mi yerleşiyoruz?”

“Dilfon takibi yetmiyormuş. Mikro görüntü yakalayıcıları yerleştireceğiz.”

“Lambalara değil mi abi?”

“Girip bakacağız artık.”

“Gireriz, abi.”

Tartaryan ve sadık askerleri olan tiritler, Tinne’nin kapısını kolaylıkla açtılar. “Hırsıza kilit olmazmış” sözünü doğrularcasına. Girmişken bir şeyler de aldılar, koleksiyonerler için. Tinne buna alışmıştı zaten. Onun için anlam ifade eden ama pek bir maddi değeri olmayan eşyalarının kaybolmasına alışıktı. Onlar da Tinne’nin bir şey yapamayacağını biliyorlardı. Polise gitse inandıramazdı, o da gitmiyordu. Tinne yaptığı gözlemlerin sonucu olarak polise gitmenin bir anlamı olmadığını çoktan anlamıştı zaten.

Elbet bir gün parçaları birleştirecekti ve bu organize kötülükle mücadeleye başlayacaktı.

Aksi düşünülemezdi.  

Tartaryan ve tiritler “dünya çapındaki büyük bilim adamları’na gerekli bilgileri ulaştırdıklarında onlar şu soruların cevaplarını bulmayı ümit ediyorlardı:

  • Nasıl oluyor da delirmiyor?
  • Nasıl oluyor da intihara teşebbüs etmiyor?
  • Nasıl oluyor da depresyona girmiyor?
  • Tinne her taraftan sıkıştırıldığında dahi, nasıl oluyor da hep bir çıkış yolu buluyor?
  • Neden herkes onu seviyor?
  • Şansının kaynağı ne olabilir?
  • Niye bu kadar sempatik?
  • Neden bu kadar sağlıklı?
  • Onu koruyan bir şey ya da birileri mi var?
  • Kafasının çalışma şekli nedir?
  • Olaylara, sorunlara ne şekilde yaklaşıyor ve çözüyor?
  • Hem çok naif, hem çok cesur, hem hanım hanımcık, hem bir savaşçı… Zıtları barındıran bu karakter, nasıl oluyor da bu kadar dengeli olabiliyor?
  • Sanat yeteneğinin yanı sıra sahip olduğu bilim insanlarına özgü düşünme şeklinin kaynağı ne olabilir?

Moşist bilim adamları bu soruların yanıtlarını bulup, üstün ırkın üstünlüğüne üstünlük katmak istiyorlardı. Tıpkı bir zamanlar Afrikalılara yaptıkları gibi. Köleleştirmek için türlü eziyetler yaptıkları siyahi insanların aslında en üstün insanlar olduklarını anlamışlardı. Dünyanın en hızlı koşan, en dayanıklı ve en iyi kalpli insanları onlardı. Mersomnes’ten gelmiş olan Moşistler, kendilerinin bu dünyanın en çirkin ve kalitesiz varlıkları olduğunu gayet iyi bildikleri için, üstün varlıkları arayıp bulup, mercek altına alırlardı. Onları kafese koyup gözlemlemekten de ayrı bir haz ve tatmin alırlardı. Sadece böyle bir durumda gerçekten üstün hissettiklerinden olsa gerek. 

Kendileri beyaz olduğu için beyazlığı, uyuşturan ve uyaran maddeleri fazlaca kullandıklarından bir deri bir kemik kaldıkları için de zayıflığı güzellik kaidesi olarak kabul ettirmişlerdi dünyaya. Bu beyaz ve zayıf varlıkların en iyi bildiği şey yönetmekti. Dünya üzerinde yaşayan diğer canlılar, asla onlar gibi kötücül düşünme özelliğine sahip olmadığından, eninde sonunda onların ağına yakalanıp, tuzağına düşer, onların inşa ettiği -çeşitli ölçeklerdeki- kafeslerde yaşamlarını sürdürmek zorunda kalırlardı.

Onların uyuşturan ve uyaran maddelere olan düşkünlükleri üstün insanlara olan özentiliklerinden ileri gelirdi. Üstün insanların sakinliğine, dayanıklılığına, enerjik oluşlarına, neşesine ve birçok husustaki olağanüstü performanslarına öykündüklerinden bu tür bir destek olmadan yaşayamazlardı.

Onlar bu dünyadan değillerdi. O yüzden dünyayla barışık değillerdi, dünyaya düşmanlardı.

Bakın, Mersomneslileri ve onların hizmetine girmiş varlıkları şöyle ayırt edebilirsiniz:

  • Onlar dünyayı yok etmeye çalışır.
  • Çünkü onlarınkinden büyük bir zekanın yaratmış olduğu doğadan nefret eder, ona zarar vermekten zevk alırlar.
  • Hırsızlık onların en usta olduğu iştir.
  • Çok başarılı taklitçilerdir.
  • Haz odaklı yaşarlar.
  • Ahlaklı yaşantı onlar için bir maske ve başarıyla sergiledikleri bir performanstır.
  • Birbirleriyle buluştukları özel toplantıları vardır. Bu onların gerçek yaşantısıdır.
  • Taklit yetenekleri ve iyi organizasyonları sayesinde insan zannedilirler.
  • Üstün olmadıklarını çok iyi bilseler de kendilerini ve birbirlerini üst, üstün, soylu, asil, mübarek vs ilan ederler.

Dünya halkları, bembeyaz sarayların beyaz sakinlerinin, bu dünyanın en üstünü değil en aşağılık varlıkları olduğunu anladığında neler olurdu dersiniz?

Önceki Sayfa Sonraki Sayfa

Defne Ilgaz, Rıfat Ilgaz, Afet Ilgaz, Absürd, Absürt, Mizah, Otobiyografi, Eğlenceli yazılar, Gülmece, Hiciv, Taşlama, Edebiyat, Roman, Deneme, Şiir, Tinne, Saçmalardan Seçmeler, Saçma,Acaip, Acayip, Acayip Dünya, Kadın, Komik, Komik kadın, Gülmece Güldürmece, Sıra Dışı, Fantastik