– 38 – KURBAN

– 38 – KURBAN

Tinne’nin hikayesini dinlerken siz de diyor musunuz, “artık bu kadar da olmaz!” diye?

Diyorsunuz tabi.

“Kopsun kıyamet” de diyorsunuzdur.

Haksızlıkta, zulüm de had aşılınca, böyle sözler söylenir elbet.

Hiçbir suçu yokken, malına, canına, namusuna saldırılınca her insan delirir. Ya dağa çıkar, ya kendini kaybeder, ölümüne hücuma geçer. Öleceğini bilse de taarruza kalkar, intihar bombacısı olur, katliam yapar falan. İnsanların üstüne bu kadar gitmemek lazım.

Sizce, dört bir koldan saldıranlar bunun bir karşılığı, bir bedeli olmayacağını mı düşünmekteler? Bütün kuvvetinle saldırıyorsan demek ki ondan korkuyorsun. Demek ki onun bir gücü, üstün bir tarafı var. Ya da onda olan sen de olmayan bir şey var, bunun için göze alıyorsun, gözünü karartıyorsun ve saldırıyorsun.

Bu tür bir delirmişlik, şımarıklıktan, “bana bir şey olmaz” sanrısından kaynaklanır. Bu bir körlüktür ki tamamıyla kibirden kaynaklanır. Unutmayın kibir; muhakkak körlük, sağırlık yapar. Kibirli kişiler kendisine yapılan uyarıları duymaz. Nasihatleri işitmez. Riskleri doğru değerlendiremez. Başına gelebilecekleri asla göremez. Görse de, ona gösterilse de onun daima güvendiği bir şey vardır. Kendisi. Kendi marifetlerine, becerikliliğine, kurnazlığına, iş bilirliğine öyle bir güvenir ki siz kendinizden şüphe dersiniz. Korkak mıyım ben yahu, dersiniz. Hatta utanır, bir müddet sonra ona özen başlarsınız. Keşke onun gibi olsam, dersiniz. Onun gibi atak, cesur… İyi bakın, onunki cesaret değil, had bilmezlik ve küstahlık. Özgüven değil, aymazlık. Bu insanların sonu da pek ibretli olur. Filmin sonunu görmeden heyecana kapılmayın.

Tinne kendi dünyasında yaşayan, dengeli, akıllı, temkinli, tedbirli bir genç kızdı. Sonra ne oldu da böyle bir savaşın içine düştü, ben de sizinle birlikte anlamaya çalışıyorum.

Aslında onun bütün varoluşlarında işi hep mücadele olmuştu. O hep, öğretti ve savaştı.

Kibir kelimesi Harapların dilinden geçmiş dilimize. “Büyük” anlamına gelen “Kebir”den türetmişler. Büyüklük taslayanların kalbindeki mikrobun adıdır kibir. Son tin ustası, “kalbinde hardal tanesi kadar bu mikroptan taşıyan cennete giremez”, demiş. Bu dünyada ne kadar kötülük varsa hepsi bu mikrobun varyasyonlarıdır. Moşizm denen illet de gene bu mikroptan türemiştir. Birilerinin kendini “büyük”, başkalarını “küçük” ilan etmesiyle başlar. Ben beyazım sen siyah, öyleyse ben güzelim sen çirkin, ben mübareğim sen lanetli, öyleyse ben seçilmişim sen benim kölemsin, şeklinde savunuları vardır, bu üstün aşağılıkların.

Ne yazık ki taht, taç, saltanat aşağılıkların en fazla ihtiyaç duydukları şeydir. Onlar zaten, her gün aynaya baktıklarında gerçekle yüzleşmekteler. Onlar yaptıkları işleri, işledikleri suçları zaten bilmekteler. Onların kendilerini temize çıkartmaya yarayacak bir takım yalanlara ihtiyaçları var. Bilgelerin elinden çaldıkları sözleri, kendileri için nasıl çarpıtarak aktardıklarını da varın biraz siz düşünün.

Bir yerde göksel özellikler taşıyan birini duydular mı hemen oraya yerleşirler. Onun dilinden dökülenleri toplamak için. Türlü tezgah dümenle o sözleri toplarlar. Sonra o bilge kişiyi kuracakları saltanat, gıcır gıcır tahtları, yepyeni sarayları için kurban ederler. Artık ellerindeki tahtlar, saraylar ve yalanlar köhnemiştir. Yıkılmak üzeredir. Kendilerine kölelik eden kitlelerinde azalma, kayıplar olmuştur.

Son tin ustasından bir önceki usta genç bir adamdı. Tapınak bekçisi olan ulu bir adamın baldızından olan çocuğuydu. Baldızı çok güzel çok saf bir kadındı. Karısı ise sanki onun ablası değilmişçesine çirkinceydi. Ama akıllı, kurnaz bir kadındı. O evde o güzel saf baldız da, eniştesinden olan oğlu da sığıntı gibi yaşadılar.

Oğlu, tapınağın arka tarafında, küçük bir odada yaşardı. Oradan hiç çıkmazdı. Öz bakımına dikkat eden bir delikanlıydı. Kendini zeytin yağla ovar, böylece temizlendiğini düşünürdü. Ortalıkta pek görünmemesi gerektiğini çoktan anlamıştı. Tüm gün bağdaş kurup oturur, tütün sarıp içer, gelenle gidenle sohbet ederdi. Annesi günde bir öğün yemek getirirdi ona. O da bir çorba biraz ekmek olurdu. Onunla doyardı. Adeta yok olmaya çalışırdı. Babasını ve diğerlerini rahatsız etmemek için yok olmaya çalışırdı. Ama ağzından dökülen inciler, inci tüccarlarının, bilgelik açlığı içinde olan samimi halkın ilgisini çekmekteydi. Artık yolu Kudüs’e düşen tüccarlar, bürokratlar, gezginler ona uğramadan geçmez olmuşlardı.

Yer altı örgütünün adamları olanları dikkatle izlemekteydiler. Babası yer altı örgütünün şefiydi. O yüzden bu oğlanı ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Öldürmek istemiyorlardı çünkü kanı kutsal bir kandı onlara göre. Ama o yaşadıkça da kendi tesis ettikleri, yürürlükte olan tin bu işten zarar görür müydü, ne kadar zarar görürdü bunu tartışıyorlardı.

İçlerinden birisi dedi ki, “bizim tinimiz kanla geçer. Bu şekilde yayılmamız ve daha geniş topraklara hükmetmemiz imkansız görünüyor. Yağsüren (halk tapınak bekçisinin oğluna böyle diyordu) sayesinde bu mümkün olabilir.”

“Nasıl?”, dedi diğer üyeler.

“Zaten şöyle bir kuralımız vardı. Dünyadaki bütün kurucular, liderler ve hazine sahipleri bizden olmalı, kuralı. E tamam işte! Yağ süren bizden biri, üstelik o herhangi birinin değil, tapınak bekçisinin oğlu! Ona “tanrının oğlu” diyelim. Anası da itaatkar bir kadın. Hiç sorun çıkarmadığı için ona bir mükafat vermek gerekir, ona da “kutsal bakire” diyelim. Böylece babamızın (kıdem sahibi olanlara, tapınak bekçilerine baba derlerdi) namını temizlemiş, annemizi de memnun etmiş oluruz.”

Hikaye uydurmak onların işiydi. Halkın hikayeyle yönetildiğini çoktan keşfetmişlerdi.

Yağsüren’in namı neredeyse bütün dünyaya yayılmıştı. Kudüs’e yolu düşen herkesin muhakkak ziyaret ettiği, halini hatırını sorduğu, duasını aldığı biri olmuştu.

Ama Yağsüren otuzlu yaşlarına geldiğinde ayağa kalkıp dışarı çıkmak istemişti. Odasının önündeki göle bakmak için dışarı çıktı. Cinlerden bir çoban kız ve erkek kardeşi onu gördü. Kız hemen aşık oldu. Kardeşinden düdüğünü öttürmesini istedi. Kardeşi o ahenkli sesi çıkarınca Yağsüren’in dikkatini çektiler. Artık oradan geçerken daima o ahenkli sese başvuruyorlardı onu görebilmek için. Bir seferinde sayısı milyonlarla bile ifade edilemeyecek bir ordu çıktı karşılarına. Hepsi tek tipti. Kapkara gölgeler halindeydiler. Kız çok korktu. Onu, kardeşini, güttükleri sürüyü, karşı taraftan gelen korkunç askerleri sadece Yağsüren görebiliyordu. Koştu ve kızı ezilmekten kurtardı.

Kız, bu uzun boylu, yakışıklı adama baktı ve “seni hep bekleyeceğim” dedi. Onu uzunca bir süre göremeyeceğini anlamıştı. “Dağın altında, yaşlı annem ve babamla seni bekliyor olacağım.”

Yağsüren pek durmadı bu olayın üstünde. O zaten oturduğu yerden, kalp gözüyle dünyayı seyreden bir kimseydi. İnsanlar ona türlü sorular sorarlar, eğer içinden yardım etmek gelirse, önünde bütün kapılar açılır, perdeler kalkardı.

Bir gün pazara gitmek istedi. Abasını attı omzuna ve kalabalığa karıştı. Onun gibi heybetlisini görmemişlerdi. Pazarı çok sevdi Yağsüren. O güne kadar hayattan, o günkü gibi keyif almamıştı. Bir pazarcının yanına oturdu ve bir süre alış verişi izledi. Dul ve çocuklu bir kadın geçti oradan. Kadın, Yağsüren’in annesi gibi çok güzeldi. Küçük oğlunun elinden çekiştirerek geçti gitti telaşla. Kadın herkesin dikkatini çekmişti.

Yağsüren, kadının mahcup, telaşlı ve tedirgin tavrından hikayesini anlamıştı. Ona içi ısındı. İlk defa evlenmek geldi aklına. Onunla evlenmek ve o babasız çocuğa baba olmak. Annesi gibi boynu bükük bir kadının derdine derman olmak istedi.

Bu düşüncelerle eve geldi. O sırada örgüt üyelerine haber gitmişti bile. Onun halkın arasına karışmak ve normalleşmek istediği anlaşılıyordu, son zamanlardaki hareketlerinden.

Örgüt üyeleri toplantıda bu durumu ele alacaklardı.

“O sıradan bir tüccar olamaz”, dediler.

“Annesine evlenmek istediğini söylemiş” dedi tapınak bekçisi.

“Hayır, soyu devam etmemeli!”

Kendilerini tanrının dünyadaki memurları olarak gören bu insanlar, hikayenin noktalanması gerektiğine karar verdiler.

Konsül mübaşiri kararı Tapınak bekçisine yüksek sesle okudu. “Ey mabedimizin koruyucusu ve hizmetkarı. Oğlunu mabedimize kurban olarak veriyor musun?”

“Veriyorum” dedi, tapınak bekçisi hiç düşünmeden. Böylece sorun da ortadan kalkmış olacaktı.

Yağsüren’in ne şekilde öldürüleceğine daha sonra karar verildi. O başka bir oturumun konusuydu.

Çok geçmeden, Yağsüren büyük bir yemeğe davet edildi. Baş köşeye oturtuldu. Dış dünyaya açılmaktan mutluydu. O akşam eve geldiğinde soğuk soğuk terlemeye başladı. Sabaha doğru ruhunu teslim etti. Onu çok seven dostu, onu o odaya gömdü. Başına zeytin dallarından bir taç yaptı. Sonra da uzaklara gitti. İzini kaybettirdi.

Yağsüren’e üzüldünüz değil mi? Bu hikayeyi dinlediğimde ben de üzülmüştüm. Tinne beni teselli etti. O cin kızla buluştuklarını ve evlendiğini anlattı bana. Hatta aramızda olduğunu ve çok sevdiği, “ticaret” denen zanaatla uğraştığını söyledi. Halı mı satıyormuş ne. Öyle bir şey.

Şunu da bilmelisiniz ki, Yağsüren eğer mağaradaki annesini bu kadar üzmeseydi başına bu işler gelmeyecekti. Bilgelik dolu anasından hoşnut değildi ve annesi ölmeden önce oğlu için bilgelik dilemişti. Dünyaya onun gözlerinden bakmasını istemişti oğlunun, hiç olmazsa bir defalık.

Bilgelik bu dünyada her zaman bir mükafat değildir, çoğu kez bir lanettir. Bilgelerin savaş sanatlarını da çok iyi bilmesi gerekir. Bilgelerin en çok ihtiyaçları olan şey hayatta kalma bilgisidir.

Önceki Sayfa Sonraki Sayfa

Defne Ilgaz, Rıfat Ilgaz, Afet Ilgaz, Absürd, Absürt, Mizah, Otobiyografi, Eğlenceli yazılar, Gülmece, Hiciv, Taşlama, Edebiyat, Roman, Deneme, Şiir, Tinne, Saçmalardan Seçmeler, Saçma, Acaip, Acayip, Acayip Dünya, Kadın, Komik, Komik kadın, Gülmece Güldürmece, Sıra Dışı, Fantastik,İlyas Temel şafak, Defne Ilgaz, Necati şaşmaz, Kurtlar Vadisi, Polat Alemdar, sahte Mehdi, adnan Oktar, İbrahim kalın, CIA, FBI, MOSSAD, Üçüncü Dünya Savaşı, necaaattii, ibne, godoş, orospu çocukları, sahil şaşmaz, abdülkadir şaşmaz, recai şaşmaz, zübeyr şaşmaz, panafilm, tayyar baba, elazığ, bkm, yılmaz erdoğan, güldür güldür, ali sunal, aydın ılgaz, mason biraderler, tapınak, ritüel, ayin, gizem, ezoterizm

 

 

 

 

 

– 37 – MODERN HIRSIZLAR

 

MODERN HIRSIZLAR

Makriköy Hezenengi Karadümbüklü uzun ihtiyar Har’ol Elendi’nin, Maes’e ev tutup, eline bol para ve sınırsız özgürlük vererek sözde koruma altına aldığı günlerde, Tinne çıraklarından rica etmişti. “Kimse beni dinlemiyor, lütfen siz söyleyin bu adama, kızımı rahat bıraksın” diye. Olur dedi hain olmayan çıraklar. Makriköy Hezenengi Karadümbüklü uzun ihtiyar Har’ol Elendi’yi aradılar.

“Ben hiskolokum” diyerek kendini tanıttı Sera, “Maes’e çok fazla şeker veriyorsunuz, yapmayın. İlla yardım etmek istiyorsanız, onun okulunu bitirmesine yardım edin. Ayrıca kızına ev tutmanızdan ötürü annesinin çok rahatsız olduğunu, buna asla rızasının olmadığını da söylemem gerekiyor.”

“Maes hiç şeker yemediğini söylüyor. Annesi şibobren olduğu için yardım ediyoruz ona. Yakında Harcentın’a da gidecek, okul okumaya.”

“Nasıl yani?” dedi Sera.

“Kespanyolca öğrenecekmiş.”

“Ama okulu daha bitmedi ki yarım bırakıp nereye gidiyor? Üstelik dünyanın ta öbür ucuna?”

“Anneannesi Vagna Hanfendinin izni var. Annesi şibobren olduğu için Maes hakkındaki kararları onunla veriyoruz.”

“Bakın Tinne Hanım şibobren değil. Vagna Hanım da yeterince zengin, neden sizden kaymak yardımı alıyor? Neden Maes’i siz finanse ediyorsunuz?”

“Ben bu sorulara cevap vermek zorunda değilim. Vaktim yok. Hadi eyvallah.”

Sera, ustası Tinne’ye bu konuşmayı olduğu gibi aktardı.

Her hikayenin bir kalbi vardır. Tinne’nin hikayesinin kalbi Makriköy’de yaşananlardı. Makriköy’de Tinne’nin kalbini söküp çıkartmışlardı. Ne tımarhane, ne çocuklarının babasıyla yaptığı evliliği, ne meydanın ortasında durup herkese meydan okuması…

Tinne en büyük kararlarını Makriköy’de verdi, orada yok oldu ve orada var oldu.

Kızı ölseydi daha mı iyiydi?

Yanlış yola sapmış, kerih olanın yaldızlarını, yıldızlarını sökmek gerekir, o doğru. Özenmiştir, gözü boyanmıştır, kanmıştır, kandırılmıştır.

Ama namus temizliği yukarıdan aşağı yapılır: Önce tasallut olanlardan başlanır. Sonra satışa yardım edenlere gelir sıra. Satılmış olanın ne suçu var?

Sadece intikam alacaksanız aşağıdan yukarıya doğru bir operasyon en güzelidir. Tepedekinin paniğe kapılışını seyretmenin zevki hiçbir şeyde yoktur.

Ama namus temizliğinde birinci derece suçludan, sorumludan başlar, aşağıya doğru inersiniz. Tepedekinin gücüne güvenerek azanların, pireler gibi kaçışmasını seyretmek, burada en ibretli ve en tatmin edici “katarsis” olacaktır.

Aynı anda hem anneye hem kıza musallat olmak, gerçekten ibretli bir yok oluşu hak ediyordu. Birini sevince, ona sahip olmayı istemek anlaşılır bir şeydir. Ama sahip olamayınca kötülükler yapmaya başlamak ne anlaşılır, ne kabul edilir, ne de affedilir.

Tinne, kötülüklerin çeşitlerini ve cezalarının ne olması, nasıl olması gerektiğini kafasında oluşturmaktaydı. Dünyada “erkek kötülüğü” gibi sınır tanımaz başka bir kötülük çeşidi yoktu! Tinne, erkeklerin kadınlara ve topraklara yaptıkları kötülükleri yavaş yavaş öğreniyor, üstünde düşünüyor ve kafasında bir tür “temizlik hiyerarşisi” yaratıyordu. Bu temizlik türüne atalar Neşriyat demişlerdi. İyilik, iyilik neşrederdi, kötülükse kötülük. Böylece iyi davranışın sonuçları iyi, kötü davranışın sonuçları kötü olurdu. Tinne, artık hiçbir neşriyat yasasına göre bu suçluların cezalandırılmadığını, bilakis bu tür suçların en büyük ve en rezillerinin artık “neşriyatçılar” tarafından işlendiğine şahit olmuştu. Hem de en yakından ve kendi gözleriyle.

Bu kötüler, “benim olmayan, kara toprağın olsun” demiyorlardı. Bunlar sahip olamadıkları kadını balçığa, çamura bulanmış görmek istiyorlardı. Bir zamanlar aşkla peşinden koştukları kadın tezgahta sermaye olsun, satışa sunulan mal olsun, ucuzlasın, iyice değersizleşsin istiyorlardı. Bunlar gibi kötüyü dünya görmemişti. Şeytanın, yoldan çıkarmaya çalıştığı insanın elinde esir düştüğü, erken itiraz edip, konuyu sonuna kadar dinlemediği için çok pişman olduğunu düşünüyordu Tinne. “Çoktan tövbekar olmuştur” diyordu Şeytan için.

Dünyayı yazılı olmayan kurallarla yönetiyorlardı. Çünkü bu aşağılık erkeklerin kuralları yazılamayacak kadar kötü, çirkin ve mantıksızdı. Halihazırda geçerliliği olan hala o kokuşmuş köhne sözleşmelerdi. İnsanoğlunun kanıyla yazdığı, eşitlik, barış, adalet getirecek bildirgeleri asla yürürlüğe koymuyor, sadece “göstermelik” olarak vitrinde tutuyorlardı. Hayatı bir oyun gibi görüyor, takımları sağ-sol, siyah-beyaz gibi anlamsız taraflara ayırıp, muhakkak kazanandan yana oluyorlardı.

“Haklı ezilenler”, kendilerini sadece yerel, küçük ve yasal olmayan çatışma örgütleriyle savunuyor, ana akım ise, hala ve hala içten içe çürüyerek kokuşmuş olan saraylardaki tahtlara çöreklenmiş çirkin sülüklerin elinde tutuluyordu.

Tinne eskiden, yani bütün bu çirkinlikler başına gelmeden önce, belli bir denge tutturmuş yaşayıp gidiyordu. Elbet burnuna bu kötü kokular daha önce de geliyordu. Ama kokunun kaynağının, başa çıkabileceğinden çok daha büyük olduğunu anladığı için, kendisinden sadır olan o mis rayihanın içinden çıkıp toplum içine karışmıyordu. Şimdi anlıyordu ki bu pisliği ondan başkası temizleyemez! Sahip olduğu her şeye tasallut olan bu açgözlüler sürüsü, ona, hep bir ağızdan “bizi temizle, bizi yok et” diyorlardı adeta. “Sen bizi yok etmezsen biz sadece seni ve yavrularını değil, bütün dünyayı yutacağız!”

Onun verdiği bu savaş, bütün dünya tarafından seyrediliyordu. Nihayet iyi bir savaşçı bulmuş olan aç gözlü seyirciler bayram ediyordu. Arenada kutlama vardı yani! Hiç kimse şimdiye kadar onun kadar akıllıca, sanatlı ve içinden birçok dersler çıkarılabilecek şekilde savaşmamıştı.

Tinne’ye hayran olan, acıyan, sevdiğini söyleyen, sempati besleyen onca insana sorsanız, onun içinde bulunduğu bu berbat durumun bitmesini asla istemezlerdi. Tinne’yi temsil eden bir takım semboller yaratmışlar, o sembollerin önünde törenler düzenleyip ayinler yapmaya çoktan başlamışlardı. Tinne’nin kuşatıldığı ve taciz edildiği mahallenin kaç numaralı mahalle, kapısının kaç numaralı kapı olduğunu hepsi çok iyi biliyor ama ona yardım emek için en ufak bir girişimde bulunmuyorlardı. Üstelik Tartaryan’ın mahalleye yerleştirdiği izlengeç sistemleri sayesinde hepsi evlerinde oturup çekirdek çitleyerek Tinne’nin ağlayışını, haykırarak beddualar edişini seyrediyorlardı. Tinne’nin ağzından en kızdığı zamanlarda bile öyle güzel, öyle bilgece sözler dökülüyordu ki hemen kağıda kaleme sarılıp o bilgece sözlerden, deyişlerden, şiirler, romanlar üretiyor, enstrümanlarını onu izledikleri ekrana yakın bir yere koyup, bestelerini anında yapıp yakıştırıp, alelacele piyasaya sürüyorlardı.

Aslında için için hepsi Tinne’nin ölmesini bekliyorlardı. Tinne, hayatta ve acılar içinde kıvranıyorken, sanki o çoktan ölmüş gibi davranıp yas tutuyorlar, onlar da acı çekiyor gibi yapıyorlar, hatta kendilerini ona benzetip “Hepimiz Tinne’yiz!” sloganları atarak sahte bir hüzünle dolaşıyorlardı. Tinne öldükten sonra, belki onun adına kurulacak mabette bir rütbe, bir mevki, bir loca kapabilmek umudu taşıyorlardı içlerinde. Tinne’nin yerine geçirecekleri halifeyi çoktan belirlemişlerdi: Tartaryan’ın annesi! Taklit ve yalan ustası olan Kumsal Hanım, Tinne’ce bir bilgelikle ezberlediği sözleri tekrarlayıp duracak, hep olmak istediği Azize’liği böylece tadabilecekti. Buna onay verip yayanlarsa oğlu Tartaryan’ın şerrinden emin olacaklar, bu çirkef yaratığın belasından korunmuş olacaklardı.

Tinne’yi seviyor görünenler onu bir ağaçla sembolize ediyorlardı. Tinne’nin familya adı bir dağ adı olduğu için onu “dağın zirvesinde saklı define” olarak betimliyorlardı. Tinne’nin sözlerini Tartaryan sayesinde an be an dinleyip, kaydediyor, yani riske girmeden güvenli bir şekilde “çalabiliyorlardı.” Böylece yeni dinin kitabını yazıyorlardı bile. Kitap bittiğinde Tinne’nin acıklı öyküsü de bitecekti. Daha önceki bütün bilge kişilere yaptıkları gibi onu da öldürecekler, hayatını da sözlerini de ona en çok acı verenlere, katillerine devrederek sahte bir kutsal ve asil soy oluşturup, işbirlikçi yeni asiller ve azizeler için, yeni saraylar ve yeni mabetler inşa edeceklerdi.

Onun canından çok sevdiği yavrularını yok edecekler, onun çirkin üvey kardeşleri Dalton ve Dalmaçyalıların nesillerinden asil kutsal soy yaratacaklardı. Hayatında bir kez bile görmediği Tartaryan’ı dillere destan bir aşk hikayesinin kahramanı yapılacak, sonra da Tinne’nin doğal koruyucusu ve mirasçısı ilan edeceklerdi.

Bu formül hep böyle yürümüştü. Bilin ki asil olduğu iddia edilen hiçbir soy asla asil değildir. Onlar muhakkak, ulu bir bilge kişinin ölümüne sebebiyet vermiş hasetçi hainlerin soyudur. Bir define vardır ve asil sandıklarınızın ataları ona çöküp gerçek sahiplerini öldürmüşlerdir.

Söz gelimi, son din ustasının gerçek torunları Türk illerine kaçırılmış, ona düşmanlık ve kıskançlıktan başka bir şey yapmamış olan üvey oğulları kutsal soy olduklarını ilan etmişlerdi. Bu hikaye tutsun diye, son din ustasının sözleriyle kutsadığı kızı, kendini yok etmeye zorlanmış, onun çocukları ibretlik bir infazla ortadan kaldırılmıştı.

Tartaryan ellerini ovuşturup duruyordu. “kapıyı kim bekliyorsa çorbayı o içer” diyordu da başka şey demiyordu. Biri gelip de Tinne’ye bir yardımda bulunacak diye ödü kopuyor, sabah akşam kapılara, balkonlara diktiği nöbetçilerle kuş uçurtmuyordu. “Benim hakkım” diyordu naralar atarak! “Pastadaki en büyük pay benim hakkım! Bu felaket kadını burada ben durduruyorum, ona her türlü çelmeyi ben takıyorum! Öyleyse benim hakkım!” Cinnet hali içinde sayıklayıp duruyordu, “kaynağın başını kim tutmuşsa suyu o satar” gibi yeni yeni maniler uyduruyordu. İşbirlikçileri, yani müşterileri de kuşatılmış mahalleden gelecek yeni bilgelik dolu sözler, yeni gerçek acılar, gerçek gözyaşları, yani yeni hikayeler, kilm endüstrisi için yeni malzemeler için seslerini çıkartmıyor, her türlü hikayede Tinne’ye en çok kötülük yapan adamlar olan, uzun ihtiyarla, nonoş Tartaryan’ı, Tinne’nin sevgilisi, eşi, koruyucusu, dostu gibi göstermeye dikkat ediyorlardı.

Tinne sadece evinin penceresinden ve onevizyon ekranından bakarak bile dünyadaki çarkların çirkefliğini, rezaleti görüyor, düşüncelerinde yeni neşriyatı şekillendiriyordu.

Tabi bunu benimle ve sadık çıraklarıyla, sonraları sadık eşi ile de konuştuğu oluyordu. Tartaryan’ın hızlı servis sitemiyle, onun bu fikirleri de hızla satışa sunuluyor, kendi yarattığı bu yeni neşriyatı da sahiplenip aralarında pay ettiklerini onevizyondan izliyor, umutsuzluğa kapılıyor, artık sadece ve sadece bu evreni yaratanın adaletine güvenebileceğini düşünüyordu.

Onun tımarhaneye yatırılması için gerekli bütün tetikleyicileri, Agarikalılarla birlikte ustalıkla organize eden Tartaryan, kilmlerde Tinne’nin kurtarıcısı olarak lanse ediliyor, bu gerçekten Tinne’nin içini iyice acıtıyordu.

Yaşadığı her şeyin çarpıtılarak anlatılışına kendi gözleriyle şahit olmak, şimdiye kadar hiçbir bilgenin başına gelmemişti. Ona ölmüş, sanki yokmuş gibi muamele ediyorlardı. Daha ölmeden sözlerinin kötülere, “kaymak ve saygınlık” kazandırmak için kullanıldığına şahit olmuştu. Yaşantısı an be an, onevizyon seriyallerine ve kinoma kilmlerine konu oluyor, alçak ruhlu erkeklerin yüceltilmesi için gerçeklerin ustalıkla çarpıtıldığına, kendi gözleriyle tanık oluyordu.

Bu hırsızlık bütün bilgelere yapılmıştı. Ama onlar ortadan kaldırıldıktan sonra. Hepsinin sözleri çalınmış, hayatları ve verdikleri mesajlar çarpıtılmıştı.

Saraylarda ikame edilenler, mabetlerde vazifeli olanlarla el ele verip dünyanın kanını emiyorlardı. Bunu bir süre daha yapabilmek için onlara yeni etkileyici ve anlamlı sözler, yeni hikayeler lazımdı. Kinoma endüstrisinin de bir saniye bile durmadan, gece gündüz çalışarak, dünyayı uyutabilmesi ve kandırabilmesi şarttı.

O yüzden Tinne’den vazgeçemiyor, Tinne’ye bir lokma su bile vermeden, onun işkencecisi Tartaryan vesilesiyle, ihtiyaçları olan ne varsa, kolayca elde ediyorlardı.

Önceki Sayfa  Sonraki Sayfa

Defne Ilgaz, Rıfat Ilgaz, Afet Ilgaz, Absürd, Absürt, Mizah, Otobiyografi, Eğlenceli yazılar, Gülmece, Hiciv, Taşlama, Edebiyat, Roman, Deneme, Şiir, Tinne, Saçmalardan Seçmeler, Saçma, Acaip, Acayip, Acayip Dünya, Kadın, Komik, Komik kadın, Gülmece Güldürmece, Sıra Dışı, Fantastik,İlyas Temel şafak, Defne Ilgaz, Necati şaşmaz, Kurtlar Vadisi, Polat Alemdar, sahte Mehdi, adnan Oktar, İbrahim kalın, CIA, FBI, MOSSAD, Üçüncü Dünya Savaşı, necaaattii, ibne, godoş, orospu çocukları, sahil şaşmaz, abdülkadir şaşmaz, recai şaşmaz, zübeyr şaşmaz, panafilm, tayyar baba, elazığ, bkm, yılmaz erdoğan, güldür güldür, ali sunal, aydın ılgaz, mason biraderler, tapınak, ritüel, ayin, gizem, ezoterizm

 

 

 

 

 

 

– 31 – Tiritler

TİRİTLER

Mersomnesliler saraylarında mutlu mesut yaşayabilsin diye ne acılar yaşanıyor dünyada… Her şey ama her şey hep o Mersomnesliler kendilerini güven içinde hissetsinler diye oluyor. Bu dünyada bildiğiniz bütün düzenler, çarklar hep o Mersomnesliler tahtlarında oturabilsinler, düzenleri devam edebilsin diye ayarlanmakta.

“Tin” diye bir şey uyduruldu mesela. Bir takım sıradışı insanların etrafında dönen kahramanlık hikayelerini, gene Mersomneslilerin hükümranlığını kurmak ve sağlamlaştırmak adına kafa kafaya verip yeniden yazdılar.

Onlar biliyordu kendilerinin “başka” olduğunu, bu dünyaya ait olmadıklarını. O yüzden bir “beyaz kan” mavalı uydurmuşlardı. Onlara göre beyaz kanlılar, beyaz kanlılarla evlenmeliydi. Aralarına

hiiç dünyalı karışmamalıydı. Dünyalılar merhametli oluyorlardı, aşık falan oluyorlardı. Onların istemediği türden zaaflar gösterebiliyorlardı. Bu korkuyla birbirleriyle evlenip durdukları için çirkin, şekilsiz, sevimsiz görünümlüydüler. Kendi çirkinliklerinden kendileri de ürktükleri için, bir müddet sonra insanlarla evlenmeyi uygun buldular. Ama türlü katı kurallar uyguladıkları kendi çocukları, bir müddet sonra onlara isyan ediyor, yuvadan ayrılmak istiyor, Mersomneslilikten istifa bile ediyorlardı.

Sonuncu tin ustası, savaşçı bir adamdı. Onu bir türlü “hal”edememişlerdi. Ama ona yapamadıklarını ailesine , torunlarına yapabilmişlerdi. Sonuncu tin ustasının kızı pek yaman bir kızdı. Söyleyeceklerini eşi üzerinden söyler, halkını eşi vesilesiyle eğitirdi. Kocasının bırakın tini, kendisini bile koruyamayacak bir adam olduğunu anladığında, genç yaşında dünyayı terk etmeyi uygun görmüştü.

Kendisini ve ailesini korumaktan aciz adamlar tin getiremezlerdi, tini taşıyamazlar, hatta yaşayamazlardı.

Onun babası akıllıydı, temkinliydi, nerede atağa geçeceğini, nerede duracağını iyi bilirdi. Kocası öyle miydi ya? Kendini ispatlama gayreti içinde, ben merkezci bir adamdı. Güçlü bir egosu ve bir türlü giderilemeyen bir eziklik duygusu vardı. Ölen silah arkadaşlarının karılarını eve getirip, o zarif ve hassas karısına baktırmaya kalkışmıştı. Oysa o kadınlar kolay kandırabilir, ikna edilebilir, Ca’te gibi kadınlardı. Tin ustası adamın kızıyla aynı mertebeye gelmenin, onunla aynı hanede yaşamanın sarhoşluğu onları sarmaya başlamıştı bile. Babası damadını ikaz etmişti. Kızımla onlar arasında adalet sağlayamazsın, bu sevdadan vaz geç diyerek. Kocası “onlara ne derim, nasıl olmaz derim” diye kara kara düşünürken, Tin ustasının latif kızı, tam bir letafetle çekip gitmişti bu dünyadan.

Şükürsüz insanlar kibirli insanlardır. Adları ne olursa olsun.

Mersomnesliler kendilerini korumayı çok iyi bilirler. Sırf kendileri iyi, hoş olsun diye dünya insanlarını özenle tasarımlanmış tinlerle uyutur, zaaflarını çok iyi bildikleri için onları ustalıkla kullanır, bu insanları düşük eğitim ve bilinç düzeyinde tutmaya özen gösterirlerdi.

Zaten onların en sevdiği kitle düşük gelir ve eğitim seviyesindeki insancıklardı. Tinne onlara “tirit” ismini takmıştı.

Mersomnesliler bir araya geldikleri zaman kendi yarattıkları cennete hayranlıkla bakar, erdemli davranışlar gösterebilmek için bu cenneti ellerinin tersiyle iten insancıklar hakkında kendi aralarında alaylı konuşmalar yapardı.

Cennetin sahibi tanrıysa onlar tanrıydı! Tin ustalarının tarif etmek zorunda kaldığı cenneti, onlar çoktan inşa etmiş, bahsedilen tüm hazlara çoktan sahip olmuşlardı. Dünyanın tüm kuralkaidekanunları Mersomneslilerin bu cenneti korkusuzca ve doya doya yaşayabilmeleri için düzenlenmişti.

Dünyalılara ait kutsallarını Mersomnesliler’in amaçları doğrultusunda satabilen her dünyalı da bu cennetten -kısmen- faydalanabilirdi. Dünyadaki birçok insancık, Mersomneslilerin yarattığı o korkunç cehennemde olmamak için, kutsallarını kolayca satmışlardı. Bu zavallı tiritler cennetin en alt tabakasına bile razıydı.

Namus, bu kutsalların başında gelirdi.

Vatan ikincisiydi.

Sonra da tinlerini satarlardı bu tiritler.

Eğer bir dünyalı, karısının, kızının ya da kendisinin namusundan vaz geçebiliyorsa, vatan ve tinden de vazgeçebilirdi. Bunu binlerce yıldır denemiş ve iyice emin olmuştu beyaz kanlı, yönetici Mersomnesliler.

Tinne, ömrü boyunca en çok tiritlerle muhatap olmuştu.

Bunlarla muhatap edilmenin anlamının ne olduğunu çok iyi biliyordu. Ne kadar eğitimli, iyi aile kızı ya da namuslu olursan ol, bunların yaşadığın bu dünyada hiçbir anlamı yok! Birinci mesaj buydu: “Sen değersizsin!” Bir insanın gerçek değerinin ne olduğunun bir önemi yoktu, insanların değerini belirleyen sadece Mersomneslilerdi. Onlar yüceltirse yüceydi bir insan, onlar aforoz ederse, dokuz köyden taşlanarak kovulurdu.

Cennetlerindeki rahatlarını bozacabilecek her insan bir tehditti ya öldürülür, ya da diğer insanlara ibret olması için gazap dolu bir cehenneme atılırdı. (Cehennemler de cennetler gibi çeşit çeşittir.)

İkinci mesaj ise “risk altındasın”dı. En alt tabakadaki insanların bir kukla gibi yönetilebildiğini ona gözleriyle gösterip, iyice hissettirirlerdi. “Biz bunlara her şeyi yaptırabiliriz. Haberin olsun!”

Ben Tinne’ye sormuştum, bu kişiler sana ya da bir başkasına rahatsızlık verirken, güvenlik güçlerinin müdahalesinden nasıl korunabiliyorlar, diye. Tinne gülerek yanıtlamıştı, “çok ilkel bir korunma yöntemleri var…”

Öğrendiğimde hayret etmiştim. Mersomnesliler bütün dünyada o kadar basit ve çocuksu bir sistem kurmuşlardı ki, ancak çizgi filmlerde ya da absürt komedilerde olabilirdi kullandıkları yöntemler.

O tiritler ne yapıyorlarmış biliyor musunuz, sivilislerin kullandığı bazı renkleri kullanıyorlarmış.

Sivilisler üniforma giymeyenler oluyor. Onlar sivil hayatta provokasyonlar yaparken şikayet edilir ya da suç üstü olurlarsa diye renkler üzerinden bir korunma geliştirmişlermiş. Bordo-kırmızı kıyafetler, siyah pantolon üstüne siyah kısa kollu penyeler, siyah içlik üzerine giyilmiş haki renkli, ceket havasındaki safari gömlekler gibi.

“Ha bu bizden” deyip salıverilsin ya da görmezden gelinsin, tutanak tutulmasın, tartışma esnasında haklı çıkarılsınlar falan diye.

Tinne gülerek anlatıyordu. “Abla” -bana abla derdi- “görsen gülmekten ölürsün, özellikle adresi belli olanlar korku içinde ne yapacaklarını şaşırıyorlar. İfşa olmaktan ciddi korkuyorlar. Kafalarına moşist rengi siyah bir örtü, sırtlarına hamasi renk bordo bir bluz takıp balkona çıkıp oturuyorlar, balkon demirlerine de javudi rengi sarı torbalar, bezler falan bağlıyorlar. Belli ki ülkemizde çok acayip bir konsensus var. Her tarafa işaret çakarak kendilerini koruma altına alıyorlar.”

“Konsensus ne ki” diye sorduğumda, gülmekten tıkanarak cevap vermişti: “Konsensus! Ben konuşayım sen sus!”

Tiritler sayıları en fazla olan, hiyerarşik piramitin en alt tabakasını oluşturan tabaka. Ailelerinde, ya da kendi geçmişlerinde utanılacak bir şeyler vardır. Toplumsal statülerini bir takım kötü olaylar nedeniyle kaybetmişlerdir. Söz gelimi adi suçlular en sevdikleri kesimdir Mersomneslilerin. Bunlar etraflarından intikam almak, kaybettikleri onurlarını geri kazanmak için her şeyi yapabilirler. Mersomnesliler onları cennete kabul ettiklerinde, görgüsüzce bir gösteriş içine düşerler.

Tiritlerin akıllı olmasına bile gerek yoktur. Emirleri sorgulamadan uygulayabilmeleri yeter şarttır. Deli raporu olanları azımsanmayacak sayıdadır.

Onlara çok ilginç komutlar verilebilir. Git şunun üzerine kus, ya da git şu dükkanın orta yerine dışkıla gibi.

Aforoz edilmiş, cennetten kovulmuş, cehenneme girmesine karar verilmiş bir insana neler yapılır neler! Artık o kişiye bu dünyada rahat yoktur.

Uçakla yolculuk yaparken hep düşünmüşümdür, dünyada onca yer varken neden bu insanlar hep bir yere öbeklenip böyle alt alta üst üste bir hayat sürer diye. Belediye hizmetlerinden yararlanmak ve güvende hissetmek ilk akla gelen yanıtlar.

Aslında insanların en az güvende olduğu yerlerdir bu toplu yaşama alanları, onları kontrol altında tutmak ve manipüle etmek son derece kolaydır.

İstenen desteği göstermemiş yerleşim yerlerinde yaşayan insanlara belediye hizmetleri de gitmez, güvenlik koşulları da yeterli şekilde sağlanmaz.

Ne yazık ki dünyada yönetimi ele geçirmiş olan Mersomnesliler bu dünyanın en son güveneceği varlıklardır. Kendilerinin çok dikkatli şekilde kullandıkları o akıllı sistemlerin hepsi, bizim daha kolay yönetilmemiz içindir. Savaşmayı çoktan bırakmış ve teslim olmuş bir insanlığın yapacak bir şeyi kalmamıştır artık.

Babasının getirdiği tinin akıbetini tahmin eden ustanın kızı, doğurduğu çocuklara hep savaş ismini takmış, ama babasının itirazı ile her seferinde değiştirmek zorunda kalmış. Sonuçta o tin de kısa bir zaman içinde Mersomneslilerin eline geçmiş. Böylece sonuncu tin de saraylarda oturanların saltanatına saltanat katmak için kullanılmış.

Savaş adını taktığı çocuklara ne mi olmuş, ustanın kızı bu dünyayı terk ettikten sonra, birçok hileyle öldürülmüşler.

Tinne, bana, o kadının, çocuklarının koruyucusu olarak dünyaya sık sık geri döndüğünü, çocuklarının ve sevdiklerinin intikamını eninde sonunda aldığını ve daha da alacağını söylemişti.

Ben Tinne’nin basiretine güvenirim. ferasetine de. Bu kelimeler ne anlama geliyor bilmiyor olabilirsiniz, şöyle söyleyeyim, doğru ile yanlışı ayırt etme kabiliyeti ile öngörü. O tam bir kaptan bence. Hayat denizinde, beden gemisini, gördüğüm en akıllıca yürüten bir kaptan. O da tıpkı tin ustasının kızı gibi düşünür: “Gemilerimiz her daim teyakkuz halinde olmalı” der. “Çünkü dünya, dünyalılar tarafından yönetilmiyor.”

Önceki Sayfa Sonraki Sayfa

Defne Ilgaz, Rıfat Ilgaz, Afet Ilgaz, Absürd, Absürt, Mizah, Otobiyografi, Eğlenceli yazılar, Gülmece, Hiciv, Taşlama, Edebiyat, Roman, Deneme, Şiir, Tinne, Saçmalardan Seçmeler, Saçma,Acaip, Acayip, Acayip Dünya, Kadın, Komik, Komik kadın, Gülmece Güldürmece, Sıra Dışı, Fantastik