– 41 – “JAVUDİ OLMAYAN EŞEKTİR!”

– 41 – “JAVUDİ OLMAYAN EŞEKTİR!”

Doğruyu şaşırtmak, iyiyi dönüştürmek, kısacası herkesi yoldan çıkarmak, İlk Gelen Siyon Amca’nın düsturu olmuştu. O şeytandan fena, daha da aşağı biriydi. Bütün bu tezgah dümeni, ortaya attığı iddianın ispatlanması için yapıyordu. Böylece sadece kendisinin ve kendi soyundan gelenlerin insan, geri kalanın da ona hizmet etmek için yaratılmış, hayvana benzeyen varlıklar olduğunu ispatlamış olacaktı.

Tinne’nin yaşadığı toprakları Tanrının kendisine ve kendi çocuklarına bağışladığı da iddiaları arasındaydı. O yüzden adeta oyun oynar gibi iyi, doğru, vatan, adalet, halk gibi kutsal isimlerle kurulmuş hartileri özellikle hedef alıyor; onları herkesin gözü önünde kötü, yanlış, satılmış, dolandırıcı ve halktan kopuk elitler haline getiriyordu. Zaten bu isimlerde harti kurmak, İlk Gelen Siyon Amca’nın fikri olurdu. Adı üstünde ilk gelendi o! Bir yerde bir düşünce oluşumunu haber alır almaz, hartiyi ya da örgütü kendi adamlarının içinde olduğu bir ekibe kurdurur, başına her şeyden habersiz biri geçse bile onu göstere göstere dönüştürürdü. “Hayvan bunlar”, derdi. “Satılır, alınır. Bunların da pazarı vardır. Serbest piyasa, denir adına. En milliyetçi, en tinli, en dürüstünü getirin istediğiniz kurumun başına, bizim için fark etmez. Onu er geç malımız yaparız. Tanrının vaadidir bu”, derdi, pis pis sırıtarak.

Tinne’nin doğduğu, büyüdüğü ve yaşadığı toprakları Tanrılarının ona vaat ettiğini iddia ediyordu ya, bunu herkese ispatlamalıydı. “Bu topraklar Türklere emanet edilemeyecek kadar güzel ve değerli” diye bir terane uydurmuştu. Epey de taraftar bulmuştu kendine. Binlerce yılın tecrübesine sahip olduğu için, bir toprağa çökmenin yolunun, önce oradaki kadınları mallaştırmak, köleleştirmek, hayvanlaştırmak olduğunu iyi bilirdi. Gerekçe uydurmakta onun üstüne yoktu. Daha doğrusu uydurma işinde onun üstüne yoktu! Hikayeler, senaryolar hep onun işiydi. Binlerce yıldır insanları masallarla, şarkılarla, efsanelerle uyutmuş, bir güzel manipüle etmişti.

Bu yüzden Tinne’nin doğup büyüdüğü ülkede kendilerine iyi bir numunelik av bulmalılardı. Bu önce anneannesi olmuştu. Sonra annesi. Sonra da Tinne.

Kaç nesildir kadınları bir rodeo atı gibi türlü eziyetlerle dünyanın gözü önünde terbiye ettiriyor, onların acılarından hikayeler uyduruyor, bütün dünya halklarını bu deney farelerine rezone ediyor, böylece her şey kontrol edilebilir, tahmin edilebilir, öngörülebilir oluyordu onun için.

Gözlem ve deney yoluyla yapılan ampirik tosyolobik deneylerini, Tanrının ona vadettiği toprakların üstünde yaşayan, asilikleri ve savaşçılıklarıyla meşhur kadınların ve erkeklerin üzerinden yapıyorlardı.

Kendisini temsil eden zor bir erkek ile deney faresini eşleştiriyor, ortaya çıkan çatışmalardan kendilerine dersler çıkarıyor yeni metotlar geliştirebiliyorlardı.

Van kedilerinin kraliçesi olan güzel anneannesini o dönem pek hakim olan moşiszme inanmış bir karakter olan polis dedesiyle eşleştirmişlerdi. Annesi Vagna’yı, o yıllarda pek moda olan barışçıl değerlerden ötürü çilekeş babası Aziz Pederle eşleştirmişlerdi. Kendisini de nonoşluğun çok yaygın ve güçlü olduğu bir süreçte mafyatik bir pıhın nonoş oğluyla eşleştirmeye çabalamışlardı.

Tinne’ye yaptıkları eşleştirme büyüleri tutmadığı gibi, Tinne onların bütün tezgahlarını ortaya çıkarıp bir güzel belgelemişti.

Ama Siyon Amca bir türlü yenilgiyi kabul etmemiş, oyun bozanlık yapmıştı. İşte o noktada cadılar verdikleri sözü bozma kararı alıp Tinne’yle irtibata geçmişlerdi.

Halbuki Siyon Amca’nın koyduğu kurala göre, kimse Tinne ile bağlantıya girmeyecek, adil bir maç olması için onu uzaktan seyredeceklerdi.

Baştan beri bu oyun Rachel kızlarının içine sinmiyordu. Tinne ile bağlantı kurmak ya da onu korumak için çareler arayıp duruyorlardı. Ne zamanki Tinne’nin galibiyeti tanınmadı, artık Cadılar isyan bayrağını açtılar.

Siyon Amca, Nabustannezar’ın locasına ziyarete gelmişti o günlerde. Hem de haber vermeden, baskın gibi. İlk gelen Siyon Amca’nın bu tür mesaj içerikli hareketlerini çok iyi bilirdi Nabu. Korkmuştu ama hiç belli etmedi. Her zamanki saygılı tavrıyla ayakta karşıladı, kemerini öptü, şapkasına dokundu.

“Vagna’yı siz mi göçürttünüz?” diye söze girdi Siyon Amca.

Nabu cevabı bilinen sorular sormanın bir çeşit yargılama tekniği olduğunu gayet iyi bilirdi. Yönettiği locada kendisi de aynısını yapardı. Hüküm geçerli olsun diye netleştirmek gerekirdi.

-“Vagna kendi kızına ölümcül tuzaklar kurmuştu. Ölümden beter işkencelere de başlamıştı. Tinne’yi çocuklarından, çıraklarından, dostlarından ayırmak, iyice yalnızlaştırmak, önce delirmenin sonra da intiharın eşiğine getirmek için çabalayıp duruyordu. Kurallara sizden, bizden daha çok saygı ve bağlılık gösteren Tinne, annesinden gelen bu saldırıları “anne hakkı, süt hakkı, karnında taşıma hakkı” falan diyerek karşılıksız bırakıyor, günden güne eriyordu. Deneylerinizde bu tür insanlık dışı uygulamalar olmamalı Sayın Siyon Amca.

-“Yok zaten.”

-“Anlamadım?”

-“İnsanlık dışı uygulamalar yapmayız.”

-“Bu olanlara neden göz yumduk o zaman?”

-“Onlar insan değil hayvan. Bunu sen de biliyorsun.”

-” Tinne’nin kim olduğunu artık ikimiz de anlamışızdır her halde. Beklediğimiz kişi o. Bizleri yetiştiren ve dünya imparatorluğunun temelini atan büyük usta!”

-“Ne yani, mağarada size bir kaç şey öğretti diye, bu kadar bin yıldır, çabalarımızın üstüne gelip otursun, başımıza sultan mı olsun? Bak kızım, ondan beridir çok şey değişti. Kadınların erkeklere reis olma hakkı yok artık. Ondan başımıza reis mi yapmaya çalışıyorsunuz, açık açık niyetini söyle de bilelim! Böyle bir şeyin karşısında bizi bulursun. Biz erkekleri. Her dilden, tinden, yurttan, kıtadan erkekleri.”

-“Korkunuz buydu değil mi? Bilgeliğin asıl sahibi olan kadının piramitin en üstünde olma ihtimali… Binlerce yıldır bütün çabanız bunun içindi değil mi?”

-“Üslubuna dikkat et. Kime güveniyorsun sen? Ona mı? O seni, bizim gücümüzden, hükmümüzden koruyamaz, bunu gayet iyi biliyorsun.”

-“Tinne’den öğrendiğim güzel bir söz var. Ölümden öte köy yok!”

-“Hala size bir şeyler öğretmeye devam ediyor, ha?”

-“Siz de ondan çok şey öğrendiniz efendim.”

-“Bunu inkar edemeyiz. Bilgi de, o da, onun ruhu da bizimdir. Bu dünyada yaratılmış olan her şeyin bizim için, bize hizmet için yaratıldığını biliyorsun. Ama unutmuş görünüyorsun. Bu locayı kapatmayı gündemimize alacağız. Bizim size verdiğimiz gücü, bize karşı kullanmanıza izin veremeyiz.”

-“Tinne’yle, nonoş Tartaryan’ın eşleştirilme gayretleri içinde geçirdiğimiz yıllar bize çok şey öğretti, çok şeyi de sorgulattı. Biz artık kitabı terk ediyoruz.”

-“Siz belli ki hayatı da terk ediyorsunuz. O az önce bahsettiğin köye taşınmaya karar vermişsiniz. Şimdi cübbeni çıkartıyorsun, emanetleri teslim ediyorsun. Anahtarlarını derhal bana veriyorsun. Senin bir dakika daha bu görevde kalman olanaksız. Hadi bakalım!”

Avucunu açarak Nabu’ya uzattı. Teslimatı bekliyordu.

Nabu tereddütsüz belindeki kuşağı, keseyi ve anahtarları çıkarttı, Siyon’un açık bekleyen avucunun içine tek tek koydu.

Unutma, Javudi olmayan eşektir, dedi Nabu’nun gözlerinin içine bakarak.

-“İnsanları bu şekilde sınıflandıran, kendisine saray ve saltanat kurup, orada can güvenliğinden emin olarak yaşayabilmek için böyle bir algı operasyonu yapanlar eşektir. Bizler sizin gibileri sırtımızda taşıdığımız için eşektik. Artık hürüz ve bundan böyle insanız!”

Önceki Sayfa Sonraki Sayfa

Defne Ilgaz, Rıfat Ilgaz, Afe Ilgaz, Absürd, Absürt, Mizah, Otobiyografi, Eğlenceli yazılar, Gülmece, Hiciv, Taşlama, Edebiyat, Roman, Deneme, Şiir, Tinne, Saçmalardan Seçmeler, Saçma, Acaip, Acayip, Acayip Dünya, Kadın, Komik, Komik kadın, Gülmece Güldürmece, Sıra Dışı, Fantastik,İlyas Temel şafak, Defne Ilgaz, Necati şaşmaz, Kurtlar Vadisi, Polat Alemdar, sahte Mehdi, adnan Oktar, İbrahim kalın, CIA, FBI, MOSSAD, Üçüncü Dünya Savaşı, necaaattii, ibne, godoş, orospu çocukları, sahil şaşmaz, abdülkadir şaşmaz, recai şaşmaz, zübeyr şaşmaz, panafilm, tayyar baba, elazığ, bkm, yılmaz erdoğan, güldür güldür, ali sunal, aydın ılgaz, mason biraderler, tapınak, ritüel, ayin, gizem, ezoterizm

– 15 – İn ile Ah’ın Hikayesi

İN İLE AH’IN HİKÂYESİ

Soyunmak gerekir, yılan gibi, yeni mevsimde yeni çiçekler açmak için eskilerini dökmek gerekir. Doğada her şey gür, her şey bitmez tükenmezcesine. İnsan olmayanı delirtir bu. Sadece insanlar sevinir, hayran kalır, üreyen, yenilenen, yeşeren doğaya. El çırpar, şarkılar söyler, el ele tutuşur, döne döne sevinçlerini paylaşırlar. Her yeniden doğuş, şenlikle karşılanır doğada. İnsan olmayan bütün bunlardan ne anlar?

İnanın bana aramızda insan olmayanlar var. Ben buna Tinne’den hikâyesini dinlerken kanaat ettim. Güzellik, gençlik, doğurganlık, neşe, şükrediş… Bütün bunlar, bir küfür gibidir onlar için. Artık hangi bilinmez yıldızdan gelip karışmışlarsa aramıza…

Kadının gücünden korkulur genelde. Kadının varlığını bile tehdit olarak görür bazıları.

Erkekler için bir dünya tasarlanmış binlerce yıldır. Kadın, bu dünyada var olabilmek istiyorsa yok gibi olmalıdır. Oysa neredeyse tüm ilimleri, on bin sene önce yükseklerde yaşayan bir kadın nineden öğrenmişlerdi. Hatta konuşmayı bile. İnleye inleye doğum yapan o güçlü ve özel kadın geldiğinde, ona isim taktılar “in” diye. Yaşadığı yer de “in” oldu onlar için, adı da. “İnsan” öyle dendi, zamanla.

Kadın sanki birdenbire var olmuştu o yüksekteki mağarada, bilemediler onun nasıl geldiğini, nereden geldiğini. Yoktan var oldu, dediler onun için. Oysa babası onu ta Çin’den getirmişti, yer altı yollarından. Sonra da bırakıp gitmişti. “Bu topraklara çok şey öğreteceksin. Kızlar, kadınlar senin öğrencilerin olacak. Çömlek yapmayı, hamur karmayı, duvarların içine ölü yatırmayı, su damıtmayı, peynir yapmayı, saç taramayı, döşekte yatmayı, çocuk doğurtmayı, sayı saymayı senden öğrenecekler.”

Babası aslında babası değildi İn’in. Koca ayaklı dev adam gerçek babasıydı. Onu bebekken yardan aşağı fırlatmış, çekik gözlü babası havada yakalamıştı.

Bir gün, diğer öğrencileriyle birlikte yer altından uzaklara gideceklerini söylediğinde bu yolculuğun onun için yapılacağını hissetmişti İn.

Vardıkları yer Anadolu’nun doğusunda bir yerdi. Çok yıllar sonra, orada, anlamını çözemedikleri taşlar bulacaktı modern çağın insanları.

Bu eski hikâyeyi Tinne mezarlıktaki arkadaşlarından öğrenmiş. Uzun ve etkileyici bir hikâyedir. İsterseniz devamını da anlatırım. Arkadaşları onu teselli etmek için anlatmışlar. Meğer eski insanlar tanrıyı kadın, kadını tanrı sanıyorlarmış. Sonradan insan olmayan kadınlar, saf ve güçlü erkekleri büyülerle kuklalaştırmayı öğrenince, erkeği tanrı ilan etmişler.

İn o erkeklerden birine âşık olmuş. Zelzele olup yer yerinden oynayınca o mağarada mahsur kalmış. Yer altındaki babası ve arkadaşları onu kurtarmaya gelmemişler. İn’in görevinin o zelzeleyle başladığını hissetmişler çünkü.

İn şarkı söylemeye başlamış. Bir yandan da elindeki taşı yere vuruyormuş. O sırada, güçlü ve akılsız adamlardan biri oradan geçiyormuş. Mağaranın önündeki kayayı yerinden oynatıp içeriden gelen güzel sesin sahibini bulmuş. Sonradan İn’in şarkı söylemesini her istediğinde ona elini yere vurarak “tın tın” demiş.

İn kendisini esaretten kurtarıp gün ışığıyla buluşturan bu dev adamı karşısında görünce ona kanı ısınmış, güvenmiş.

Ama dev adamın, aşağıda da kadınları varmış. İn ne bilsin? Onu büyüten babasının sadece bir eşi varmış.

Gel zaman git zaman İn’in Ah’tan çocukları olmuş. Bazıları ölmüş, ölen bebeklerini mağaranın oyuklarına yerleştirmiş.

İlk lohusalığında şöyle bir hadise yaşanmış: Doğumunu kendi kendine yapmış olan İn, bebeğiyle yerde yatıyormuş. Çok susamış. Doğum yapan kadınlar bu susuzluğu çok iyi bilir. Bir lohusa harareti meşhurdur, bir de ölüm öncesi olan.

Susuzluktan yanmış, kurumuş, yorgun, bitik halde iken Ah elinde ucu gaga gibi olan bir sopayla çıka gelmiş. Oturmuş İn’in karşısına, aptal aptal bakıyormuş.

“O elindeki ne” demiş İn, işaret diliyle.

“Sopa” demiş, Ah, işaret diliyle.

“Ne için” demiş İn, işaret diliyle.

“Meyve dallarını kendime çeker, kopartıp yerim”, demiş, işaret diliyle.

Artık sormamış İn, hani nerede bize, diye.

Akılsız dev adam, İn’in yuvaya dönüştürdüğü o mağarada gördüğü, tanık olduğu her yeni bilgiyi, aşağıdaki kurnaz kadınına götürürmüş. O da tüccar bir kadınmış ki şirketi kuruvermiş!

İn’e “tanrı” demiş. Kocası Ah’a da “elçi.” İn yanına Ah’tan başkasını yaklaştırmıyormuş çünkü. İn Ah’a öğretiyormuş, Ah da aşağıdaki kurnaz karısına. Seri üretim başlıyormuş hemen. Birçok köleler edinmiş kadın.

Ah güçlü mü güçlü bir adammış. Boğaların boynuzundan yakalar, onları mıhlarmış. Onun gibi güçlüsü yokmuş. Bileğini kimse bükemezmiş.

Ondan olan oğullar ona rakip olmuşlar. Aşağının kadını, aptal Ah’ı büyülerle, oğullarına onun bileğini kırdırmak gibi entrikalarla, kukla kral haline getirmişler.

Kendileri kraliçe olabilmek içinmiş aslında bütün bunlar.

Kraliçe aslında nedir, kime denir, ilk kraliçe nasıl olmuştur, mezarlık arkadaşları Tinne’ye bir güzel açıklamışlar ama bilmem dinlemek ister misiniz?

Eğer isterseniz bana haber uçurursunuz, ben de anlatırım. Yoksa esasen bu Tinne’nin hikayesi, ne lüzumu var değil mi şimdi?

İn’in bir kızı bir oğlu hayata tutunmuş. İn onları çiçek gibi büyütmüş. Onlara temiz, güzel, leziz sofralar kurmuş. Altlarına yumuşak döşekler sermiş. Ama kızı büyüyüp genç bir kız olunca annesini beğenmez olmuş. Aşağıdaki kraliçe gibi olmasını istermiş annesinin. Annesini güçsüz ve aptal bulurmuş.

Annesi tepedeki mağarada herkeslerden uzak bir hayat süren, yapayalnız bir kadınmış. Oysa babasını parmağında oynatan, çirkin tüccar kadın ne kadar akıllıymış ki aşağıda şaşalı ve rahat bir hayat sürmekteymiş.

Bilmiyormuş ve hiç öğrenemeyecekmiş ki babası ölmeden önce annesinin yanına sığınmış. (Oğulları bileklerini kırdıktan bir müddet sonra.) Babası ölünce, annesi onu öldüğü yere gömmüş. Başına da büyücek bir taş dikmiş. Mağaraya gizlice uzaktan bakan densizler, kocası hala orada oturuyor sansınlar, diye.

Bir gün İn’in kızı Cin, sevgilisi olan delikanlıyı, savaşırken yandığı için annesinin iyileştirmesi için mağaraya getirmiş. İn kızının perişan halini görünce oğlanı iyileştirmek üzere ne yapacağını şaşırmış. Yavru yılanları kısırlaştırarak bir sıvı elde etmiş. Ama çocuk gene de ölmüş. Kızı annesini suçlamış, kızmış, küsmüş, acısından delirerek oraları terk edip uzaklara gitmiş.

Oysa annesi asla yapmaması gereken bir şeyi kızı için yapmış. Can almış.

İn kocası öldükten sonra, onun taşının yanında uzanmış uyuyorken, kendine doğru yaklaşan yılanın sesini duyunca ne kalkmış ne kendini korumuş. O an içini müthiş bir huzur kaplamış içini. Birazdan anne yılanın onu öldüreceğini biliyor ve bunu istiyormuş. Olması gereken buymuş çünkü. Kısasa kısas.

İn’in cesedini kızı Cin ve kardeşi bulmuş. Yılan koluna ve başına dolanmış halde. Cin o günden sonra annesinin kızı olmakla övünebilmek için koluna ve başına yılanlı takılar takmış.

Meğer Cin nereye giderse gitsin herkesin annesine adeta taptığını görmüş. Onun kızı olmanın “ezik” bir şey değil “havalı” bir şey olduğunu anlayarak mağaraya annesini görmeye gelmiş.

Mezarlık arkadaşları Tinne’ye bu hikâyeyi anlatıp, yaşadığı acıların özel ve güzel tüm kadın insanların ortak acıları olduğunu söylemişler.

Tinne nasıl dimdik ayakta durabildi sanıyorsunuz?

Önceki Sayfa  Sonraki Sayfa

Defne Ilgaz, Rıfat Ilgaz, Afet Ilgaz, Absürd, Absürt, Mizah, Otobiyografi, Eğlenceli yazılar, Gülmece, Hiciv, Taşlama, Edebiyat, Roman, Deneme, Şiir, Tinne, Saçmalardan Seçmeler, Saçma,Acaip, Acayip, Acayip Dünya, Kadın, Komik, Komik kadın, Gülmece Güldürmece, Sıra Dışı, Fantastik