– 23 – Cadılar Konsülü Toplanıyor!

CADILAR KONSÜLÜ TOPLANIYOR!

İnsanlığın nesnelere ad takabilmesi onun en tehlikeli icadıdır. Sonra, eylemlere de ad taktı. Sonra olaylara… Bu nedir biliyor musunuz? Büyünün doğuşudur.

Sanat tarihçileri düşündüler taşındılar, mağara duvarlarındaki bizon resimlerinin aslında büyü olduğuna karar verdiler. Bol bol avlanabilmek için böyle yapıyordu insanoğlu. Bizon resimlerinin bizonu getireceğine inanıyordu.

Henüz ad takmayı bulmamıştı ama resimlerle ifade edebiliyordu kendisini. Sonrasında aynısını yapmak yerine nesneyi sembolize eden figürler, desenler, şekiller kullanmaya başladılar ve yazı doğdu.

Olmayan bir şeyi bu yolla var edebileceklerini buldular. Bir şeyi çok tekrar ederlerse de onun olacağına inandılar. Zikir bu sistemin ürünüdür mesela.

Tinne’nin anneannesi “iki söz bir büyü” derdi. “Hayır söyle ki hayır olsun” derdi. Van kedilerinin kraliçesi, kedilerine hep güzel isimler takardı ki onlara seslendikçe güzel şeyler gelsin.

İnsanlar bu farkındalığı kötü işlere dönüştürdüler. Kıskanç, kindar, hakimiyet meraklısı insanlar bu bilgiyle çok kötü şeyler yaptılar. Bu bilginin esas sahibi kadındı. Çünkü kısıtlı güce sahip olmasından ve annelik yükünden ötürü birçok dezavantaja sahipti ve çevreye, hatta doğaya bile hükmetmeliydi ki güvende olsun.

Kurtların ağzını bağlamak, börtü böcek ve haşerenin zararlarından kendisini ve yavrularını korumaktan tutun da sözünü dinletmek, sevilmek, kocasını elinde tutup diğer kadınları devre dışı bırakmaya kadar her şeyin büyüsünü yaptılar. Güç söz konusu olduğunda erkeklerle rekabet imkansızdır, her türlü gücü muhakkak ele geçirir ve asla kaptırmazlar. Şamanlardan başlayarak, ruhbanlık kadroları tamamen erkeklerin eline geçti ve bu tür ilimlere sahip kadınlar, mağaradaki İn karakteri gibi ya toplumdan dışlandılar ya da meydanlarda yakıldılar.

Ama cadılar yok olmadı. Toplumla uyumlu yaşamayı yavaş yavaş öğrendiler. Başka çareleri yoktu, bu doğuştan gelen bir durumdu, öldürülerek yok olmuyorlardı. Belki sayıları azalmıştı ama hala vardılar.

İlk cadılar konseyi bundan yedi yüz küsur yıl önce Avrupa’da toplanmıştı. Bu kadınlar geçmişi hatırlayabilen özel kadınlardı. Varlık tezahürlerinin ilk buluşmasını hatırlayan kadınlardı. Onların ilk buluşmaları binlerce yıl önce Anadolu’nun doğusunda bir yerlerde İn’in mağarasında gerçekleşmişti. Hepsi de İn’in öğrencileri olan Rachel’lerdi. İn onlara ölümün son olmadığını ileride tekrar buluşabileceklerini söylemiş, uyandıklarında kendisini arayıp bulmalarını tembihlemişti.

Uyanış mezardan çıkmak değildir. Ruh yani esas varlığımız, sermayemiz, hazinemiz bedenden çıkar. Bu da kâfidir. Mezardan çıkmak uyanış falan değildir.

Yeryüzünde gezinirken durmadan sorarız, cevaplar ararız. En doğru soruları soran, sabırla yanıtların peşinden koşanlar özel bir kadrodur, onlara alim denir.

Her gördüğünüz beyaz önlüklüyü alim sanmayın, her gördüğünüz laboratuvar kuşunu da. “Doğru sorular sormak” dedim ben.

Bu kadar alim bu kadar zamandır ne buldular? Hepsini toplayın bana, “nereden geldik, nereye gidiyoruz” sorusunun cevabını bir tanesi biliyorsa, ben de Tinne’nin arkadaşı değilim!

Cadılar gittikçe unutkanlaşıyorlardı. Kim olduklarını, nereden gelip nereye gittiklerini artık hatırlamıyorlardı. Ama içlerinden anahtar taşıyan üç kişi gayet iyi biliyordu. Kendilerinden önceki cadıların bıraktıkları defterlerde bazı notlar, bazı uyarılar yazmaktaydı.

Devamlılık ve arşiv aslında iyi bir şeydir. Tabi, anahtarın kimde ya da kimlerde olduğuna göre bu değişebilir. Kadim bilgiyi kötüye kullanmak, ne yazık ki özellikle son yüzyıllarda fazlaca başvurulan bir yöntem oldu.

Cadıların Reisi Nabustannezar dürüst biriydi. Okuması gereken her uyarıyı okumuş ve bir güzel ezberlemişti. Rachel’lerin mağaradaki ustasını arayıp bulmak her reisin başlıca göreviydi ve bulduklarında bir gölge gibi takip edip korumak üzere de kendi başlarının üzerine yemin ederlerdi.

Nabustannezar ve iki yardımcısı Tinne’nin İn olduğuna neredeyse emindiler. Büyük buluşmanın olabilmesi için Tinne’nin de uyanması ve bu işi tek başına gerçekleştirmesi gerekmekteydi.

Erkek çemberlerine dahil olan bazı cadı dostu tanıdıklar Tinne’nin öldürülmesine karar verildiğinin haberini uçurmuştu Nabustannezar’a. Bu beklediği bir şeydi. Çünkü Tinne’nin hırstan ve kıskançlıktan kontrolünü, dengesini, aklını kaybetmiş olan annesi, ölmeden önce erkek çemberlerine müracaat ederek kızının etkisiz hale getirilmesini talep etmişti. (Bunu öğrenen cadılar da gereğini(!) yerine getirmişlerdi.)

Böylece tarihte ilk kez kadın çember ile (kadınlarınki sadece bir taneydi) erkek çemberler karşı karşıya gelmişlerdi. Vagna’nın göç ettirilmesini açık bir savaş ilanı olarak gören erkekler, cadılara kılıçlarını çekmişlerdi.

Artık Tinne ile konuşmanın vakti geldi dedi Nabustannezar.

“Senin annen bir vatan hainiydi” diyerek söze başladı. İskeleye oturmuş ayaklarını sallamakta olan Tinne, yanındaki kadının yüzüne dönüp baktığında ürperdi. On bin yaşında gibiydi kadın. Yeşil gözlerin içinden tanıdık bir ruh selamlıyordu onu, “şimdiye kadar neredeydin” diyerek.

 

Önceki Sayfa  Sonraki Sayfa

Defne Ilgaz, Rıfat Ilgaz, Afet Ilgaz, Absürd, Absürt, Mizah, Otobiyografi, Eğlenceli yazılar, Gülmece, Hiciv, Taşlama, Edebiyat, Roman, Deneme, Şiir, Tinne, Saçmalardan Seçmeler, Saçma,Acaip, Acayip, Acayip Dünya, Kadın, Komik, Komik kadın, Gülmece Güldürmece, Sıra Dışı, Fantastik

– 15 – İn ile Ah’ın Hikayesi

İN İLE AH’IN HİKÂYESİ

Soyunmak gerekir, yılan gibi, yeni mevsimde yeni çiçekler açmak için eskilerini dökmek gerekir. Doğada her şey gür, her şey bitmez tükenmezcesine. İnsan olmayanı delirtir bu. Sadece insanlar sevinir, hayran kalır, üreyen, yenilenen, yeşeren doğaya. El çırpar, şarkılar söyler, el ele tutuşur, döne döne sevinçlerini paylaşırlar. Her yeniden doğuş, şenlikle karşılanır doğada. İnsan olmayan bütün bunlardan ne anlar?

İnanın bana aramızda insan olmayanlar var. Ben buna Tinne’den hikâyesini dinlerken kanaat ettim. Güzellik, gençlik, doğurganlık, neşe, şükrediş… Bütün bunlar, bir küfür gibidir onlar için. Artık hangi bilinmez yıldızdan gelip karışmışlarsa aramıza…

Kadının gücünden korkulur genelde. Kadının varlığını bile tehdit olarak görür bazıları.

Erkekler için bir dünya tasarlanmış binlerce yıldır. Kadın, bu dünyada var olabilmek istiyorsa yok gibi olmalıdır. Oysa neredeyse tüm ilimleri, on bin sene önce yükseklerde yaşayan bir kadın nineden öğrenmişlerdi. Hatta konuşmayı bile. İnleye inleye doğum yapan o güçlü ve özel kadın geldiğinde, ona isim taktılar “in” diye. Yaşadığı yer de “in” oldu onlar için, adı da. “İnsan” öyle dendi, zamanla.

Kadın sanki birdenbire var olmuştu o yüksekteki mağarada, bilemediler onun nasıl geldiğini, nereden geldiğini. Yoktan var oldu, dediler onun için. Oysa babası onu ta Çin’den getirmişti, yer altı yollarından. Sonra da bırakıp gitmişti. “Bu topraklara çok şey öğreteceksin. Kızlar, kadınlar senin öğrencilerin olacak. Çömlek yapmayı, hamur karmayı, duvarların içine ölü yatırmayı, su damıtmayı, peynir yapmayı, saç taramayı, döşekte yatmayı, çocuk doğurtmayı, sayı saymayı senden öğrenecekler.”

Babası aslında babası değildi İn’in. Koca ayaklı dev adam gerçek babasıydı. Onu bebekken yardan aşağı fırlatmış, çekik gözlü babası havada yakalamıştı.

Bir gün, diğer öğrencileriyle birlikte yer altından uzaklara gideceklerini söylediğinde bu yolculuğun onun için yapılacağını hissetmişti İn.

Vardıkları yer Anadolu’nun doğusunda bir yerdi. Çok yıllar sonra, orada, anlamını çözemedikleri taşlar bulacaktı modern çağın insanları.

Bu eski hikâyeyi Tinne mezarlıktaki arkadaşlarından öğrenmiş. Uzun ve etkileyici bir hikâyedir. İsterseniz devamını da anlatırım. Arkadaşları onu teselli etmek için anlatmışlar. Meğer eski insanlar tanrıyı kadın, kadını tanrı sanıyorlarmış. Sonradan insan olmayan kadınlar, saf ve güçlü erkekleri büyülerle kuklalaştırmayı öğrenince, erkeği tanrı ilan etmişler.

İn o erkeklerden birine âşık olmuş. Zelzele olup yer yerinden oynayınca o mağarada mahsur kalmış. Yer altındaki babası ve arkadaşları onu kurtarmaya gelmemişler. İn’in görevinin o zelzeleyle başladığını hissetmişler çünkü.

İn şarkı söylemeye başlamış. Bir yandan da elindeki taşı yere vuruyormuş. O sırada, güçlü ve akılsız adamlardan biri oradan geçiyormuş. Mağaranın önündeki kayayı yerinden oynatıp içeriden gelen güzel sesin sahibini bulmuş. Sonradan İn’in şarkı söylemesini her istediğinde ona elini yere vurarak “tın tın” demiş.

İn kendisini esaretten kurtarıp gün ışığıyla buluşturan bu dev adamı karşısında görünce ona kanı ısınmış, güvenmiş.

Ama dev adamın, aşağıda da kadınları varmış. İn ne bilsin? Onu büyüten babasının sadece bir eşi varmış.

Gel zaman git zaman İn’in Ah’tan çocukları olmuş. Bazıları ölmüş, ölen bebeklerini mağaranın oyuklarına yerleştirmiş.

İlk lohusalığında şöyle bir hadise yaşanmış: Doğumunu kendi kendine yapmış olan İn, bebeğiyle yerde yatıyormuş. Çok susamış. Doğum yapan kadınlar bu susuzluğu çok iyi bilir. Bir lohusa harareti meşhurdur, bir de ölüm öncesi olan.

Susuzluktan yanmış, kurumuş, yorgun, bitik halde iken Ah elinde ucu gaga gibi olan bir sopayla çıka gelmiş. Oturmuş İn’in karşısına, aptal aptal bakıyormuş.

“O elindeki ne” demiş İn, işaret diliyle.

“Sopa” demiş, Ah, işaret diliyle.

“Ne için” demiş İn, işaret diliyle.

“Meyve dallarını kendime çeker, kopartıp yerim”, demiş, işaret diliyle.

Artık sormamış İn, hani nerede bize, diye.

Akılsız dev adam, İn’in yuvaya dönüştürdüğü o mağarada gördüğü, tanık olduğu her yeni bilgiyi, aşağıdaki kurnaz kadınına götürürmüş. O da tüccar bir kadınmış ki şirketi kuruvermiş!

İn’e “tanrı” demiş. Kocası Ah’a da “elçi.” İn yanına Ah’tan başkasını yaklaştırmıyormuş çünkü. İn Ah’a öğretiyormuş, Ah da aşağıdaki kurnaz karısına. Seri üretim başlıyormuş hemen. Birçok köleler edinmiş kadın.

Ah güçlü mü güçlü bir adammış. Boğaların boynuzundan yakalar, onları mıhlarmış. Onun gibi güçlüsü yokmuş. Bileğini kimse bükemezmiş.

Ondan olan oğullar ona rakip olmuşlar. Aşağının kadını, aptal Ah’ı büyülerle, oğullarına onun bileğini kırdırmak gibi entrikalarla, kukla kral haline getirmişler.

Kendileri kraliçe olabilmek içinmiş aslında bütün bunlar.

Kraliçe aslında nedir, kime denir, ilk kraliçe nasıl olmuştur, mezarlık arkadaşları Tinne’ye bir güzel açıklamışlar ama bilmem dinlemek ister misiniz?

Eğer isterseniz bana haber uçurursunuz, ben de anlatırım. Yoksa esasen bu Tinne’nin hikayesi, ne lüzumu var değil mi şimdi?

İn’in bir kızı bir oğlu hayata tutunmuş. İn onları çiçek gibi büyütmüş. Onlara temiz, güzel, leziz sofralar kurmuş. Altlarına yumuşak döşekler sermiş. Ama kızı büyüyüp genç bir kız olunca annesini beğenmez olmuş. Aşağıdaki kraliçe gibi olmasını istermiş annesinin. Annesini güçsüz ve aptal bulurmuş.

Annesi tepedeki mağarada herkeslerden uzak bir hayat süren, yapayalnız bir kadınmış. Oysa babasını parmağında oynatan, çirkin tüccar kadın ne kadar akıllıymış ki aşağıda şaşalı ve rahat bir hayat sürmekteymiş.

Bilmiyormuş ve hiç öğrenemeyecekmiş ki babası ölmeden önce annesinin yanına sığınmış. (Oğulları bileklerini kırdıktan bir müddet sonra.) Babası ölünce, annesi onu öldüğü yere gömmüş. Başına da büyücek bir taş dikmiş. Mağaraya gizlice uzaktan bakan densizler, kocası hala orada oturuyor sansınlar, diye.

Bir gün İn’in kızı Cin, sevgilisi olan delikanlıyı, savaşırken yandığı için annesinin iyileştirmesi için mağaraya getirmiş. İn kızının perişan halini görünce oğlanı iyileştirmek üzere ne yapacağını şaşırmış. Yavru yılanları kısırlaştırarak bir sıvı elde etmiş. Ama çocuk gene de ölmüş. Kızı annesini suçlamış, kızmış, küsmüş, acısından delirerek oraları terk edip uzaklara gitmiş.

Oysa annesi asla yapmaması gereken bir şeyi kızı için yapmış. Can almış.

İn kocası öldükten sonra, onun taşının yanında uzanmış uyuyorken, kendine doğru yaklaşan yılanın sesini duyunca ne kalkmış ne kendini korumuş. O an içini müthiş bir huzur kaplamış içini. Birazdan anne yılanın onu öldüreceğini biliyor ve bunu istiyormuş. Olması gereken buymuş çünkü. Kısasa kısas.

İn’in cesedini kızı Cin ve kardeşi bulmuş. Yılan koluna ve başına dolanmış halde. Cin o günden sonra annesinin kızı olmakla övünebilmek için koluna ve başına yılanlı takılar takmış.

Meğer Cin nereye giderse gitsin herkesin annesine adeta taptığını görmüş. Onun kızı olmanın “ezik” bir şey değil “havalı” bir şey olduğunu anlayarak mağaraya annesini görmeye gelmiş.

Mezarlık arkadaşları Tinne’ye bu hikâyeyi anlatıp, yaşadığı acıların özel ve güzel tüm kadın insanların ortak acıları olduğunu söylemişler.

Tinne nasıl dimdik ayakta durabildi sanıyorsunuz?

Önceki Sayfa  Sonraki Sayfa

Defne Ilgaz, Rıfat Ilgaz, Afet Ilgaz, Absürd, Absürt, Mizah, Otobiyografi, Eğlenceli yazılar, Gülmece, Hiciv, Taşlama, Edebiyat, Roman, Deneme, Şiir, Tinne, Saçmalardan Seçmeler, Saçma,Acaip, Acayip, Acayip Dünya, Kadın, Komik, Komik kadın, Gülmece Güldürmece, Sıra Dışı, Fantastik