– 46 – KARTOPU OPERASYONU

– 46 – KARTOPU OPERASYONU

Tinne uzun zamandır ilk kez yalnız çıkıyordu dışarıya. Halk pazarlarını severdi. Sebzenin meyvenin en iyisi ve tazesi orada olurdu. Kereviz tezgahında, bütün dikkatiyle, boyutlarıyla, yapraklarının canlılığıyla, ha birde kokusuyla en iyi kerevizi seçiyordu. Kimseye çaktırmadan koklardı sebzeleri. Sıkardı, evirir, çevirirdi.

“Herkes zeytinyağlı yapar ama bunun etlisi de çok güzel olur.”

Sesin geldiği yöne çevirdi başını, pazarda görmeye alışık olmadığı türden bir kadın ona akıl öğretmeye devam etti. “Terbiyeli yapılır, yumurtanın sarısı limon falan.”

“Biliyorum” dedi, Tinne. “Zaten ben öyle severim ama kocam zeytinyağlı seviyor.”

Kadın güldü. Şapkasının tülünü kaldırmasa fark edemezdi Tinne onun güldüğünü.

“Kesin anası da öyle yapıyordur!”

Tinne, elini beline koydu. Uzun, esmer kadına, gülerek ” bir denese hep bundan ister ama…”

” Denemez onlar!..”

İkisi de kahkahalarla güldü. Sonra da birbirlerine sarıldılar.

Kadın tepeden tırnağa siyah giyinmişti. Tırnakları nar çiçeği rengindeydi. Aynı renkte ruj sürmüştü.

“Neredeydin?” diye sordu Tinne.

“Ortalık biraz sakinleşsin diye bekledim.”

“Hadi canım ne sakinleşmesi Üçüncü Dünya Savaşı başladı, ne sakinleşmesi!”

“Evin yakın değil mi? Çayın var mı?”

“Sen ne diyorsun? Çayım var, çorbam var, yeni yaptım, elmalı kurabiyelerim de var!”

Eve çıkarlarken benim de zilime bastılar. Kapıyı açıp Nabu’yu karşımda görünce çığlığı bastım, kapının önünde hasret gidermemiz beş dakika sürdü.

Elyase bizim için sobayı yaktı. Tinne eve bir fırınlı soba kurdurtmuştu. Kötü günleri bahane etmişti ama aslında Balkan börekleri ve kuru fasulye için kurdurtmuştu. Elyase çok itiraz etmişti ama kurulunca da sobanın üstünde çay ve sucuk yapma işini üstlenivermişti.

Nabu şapkasının iğnesini çıkarıp yanına koydu. Tinne’nin koltukları sanki ona küçük gelmiş gibiydi. Şöyle bir etrafına baktı. Gözleri doldu. “Senin adına çok sevindim.” dedi, ağlamamak için kendini zor tutuyordu. “Sağ ol.” dedi Tinne. İkisi de duygulanmışlardı.

Bu tip insanlar çok soru sormazlardı. Nasıl oluyorsa, onlar lazım olanı bilirlerdi. Nabu şöyle bir etrafına baktı. Üst üste dizilmiş kitapları gördü. Kitaplar öbek öbek her yerdeydiler. Aynı anda okundukları, defalarca okundukları belli oluyordu. “Bıraktığım kitapları okumuşsun, eskitmişsin hatta.”

Çayı koyarken, kahkaha attı Tinne. “Ne diyorsun, ona benzer daha bir sürü aldım. Elyase okulun kütüphanesinden bana taşıdı hep. Tosyolobi de neymiş be!”

Tinne şöyle bir durdu. Coşkun akan o pınarın sesi sustu. Nabu dikkatle Tinne’ye baktı. Tinne nereden başlayacağını bilmiyordu. Her sözünün önem arz ettiğini bilmek, ne kadar büyük bir sorumluluktu! Tinne ağzından çıkan her sözü tartmak zorundaydı. Dost da düşman da büyük bir dikkatle onun ne yapacağını, ne söyleyeceğini, kime kızacağını, kimi seveceğini, neyden mutluluk duyup, neye üzüleceğini ölçüp duruyordu. Belli ki bu işkence gibi durum, o ölene kadar devam edecekti.

Ben Nabu’nun gözlerine baktım. Gece gibi siyah gözleri, uzun ve kıvrık kirpikleri Tinne’yi bekliyordu. Tinne’nin tam şu anda, ne diyeceğinin herkes için önemli olduğunu sezmiştik.

“Onları Kartopu Örneklem Yöntemiyle…” Tinne durdu. Nabu’ya dik dik baktı. “…tespit edeceğiz.”

Nabu güldü. İçinden “işte bu” dediğine emindim. Başını salladı.

Tinne arkasına yaslandı, çayını yudumlarken sordu. “Her şey yolunda mı?” Sorması gerekiyordu sordu.

“Sayılır” dedi Nabu. “Fena değil.”

Nabu yedi seneden sonra ortaya çıkabildiğine göre, durum çok kötü değildi. Tinne’yi eliyle koymuş gibi bulabildiğine göre de, iyi bile sayılırdı. Ama tabi, daha iyi olabilirdi.

Elyase de benim gibi lafa karışmadan dinliyordu. Anlamadığı çok şey vardı ama bunu sorun etmezdi. Tinne’yi seviyordu, yüzlerce binlerce yıldır, aradığı ve hasretini çektiği yârini bulmuştu. Sıra dışı insanları yargılamaz, hatta onları severdi. Bir kaç keskin ölçütü vardı. Onlar söz konusu olduğunda sesini yükseltir, ama Tinne işin içindeyse anlayışlı davranır, sesini çıkarmazdı. (Dağdaki şalvarlı savaşçıları hiç sevmezdi mesela.) Tinne onu da kerevizleri seçer gibi seçmişti. Bu adam hainlik yapmaz, ölene kadar hatta daha sonrasında bile sadık bir yar olmaya devam ederdi. Anlaşamadıkları konular sevgilerine de birbirlerine ettikleri yemin de zarar veremezdi.

Zamanımızda insanlar dürtüsel davranıyorlardı. Daima sadece kendilerini heyecanlandıran seçeneklere yöneliyorlardı. Tinne zaten öteden beri başkalarının heyecanlandığı hiçbir şeye heyecanlanmazdı. Mesela lüks bir araba ona bir şey ifade etmezdi. Gösterişli olan her şeyden nefret eder ama bayrağımızı görünce muhakkak gözleri dolardı. Onu anlamak mümkün değildi. Tinne’nin karşısına çok yanlış bir kobay koymuşlardı. Nonoş Tartaryan gibileri Tinne’yi muhakkak heyecanlandırırdı ama umdukları gibi değil.

Siz onun heyecanlandığını hiç gördünüz mü? Ben birçok kez gördüm. Ama o heyecanlandığı zaman hep büyük şeyler olur. Ne bileyim mesela bir yangın, bir patlama, bir suikast falan.

Yüksek Batılılar bu sefer baltayı taşa vurmuşlardı. Estetik ameliyat yapıp, takım elbise giydirip altına gösterişli araba verip Tinne’nin mahallesine konuşlandırdıkları Nonoş Tartaryan, Tinne’yi gerçekten çok heyecanlandırıyordu. O kadar heyecanlanıyordu ki yüksek ya da alçak Batı istikametine düşen her şeyi ve herkesi imha etmek istiyordu.

“Deneylerde mahremiyet olmaz değil mi?”

Nabu soruyu anlamıştı ama netleştirmek lazımdı. “Nasıl yani?”

“Alanda gözlem, doğal ortamda gözlem… İki türü var bunun. Bunların üzerimde kullandıkları yöntem, Doğal Ortamda Gözlem dedikleri.”

Nabu başını salladı. Kurabiyesi bitmesine rağmen hala daha yalanıp duruyordu. Kalkıp tabağına bir kaç tane daha koydum.

“Hipotezleri yani ‘Ho’, kadın suçludur, kötüdür, bütün günah onundur, şeytandır. Erkek masumdur, zavallıdır, kötü kalpli kadınların kurbanıdır falan. Karşı hipotezleri yani ‘H1’ kadın haklıdır, masumdur?”

“Evet, öyleydi” dedi Nabu, biraz utanarak.

“Siz de bu karşıt hipotezi temsilen deneye yani oyuna dahil oldunuz?” Nabu başını salladı, çatalıyla tabağındaki kırıntıları bir kenara topluyordu.

Tinne kalktı ve kitap yığınına yöneldi. Nasıl yaptı anlamadım ama bir tanesini çekti ve aradığı sayfayı hemen buldu. Okumaya başladı:

“Kartopu örnekleme yapmak için herhangi bir şekilde, evrendeki birimlerden birisiyle bağlantı kurulur. Sonra bağlantı kurulan kişinin yardımıyla bir başkasıyla, daha sonra yine aynı yolla bir başkasıyla temas kurulur. Böylelikle örneklem, kartopu etkisi şeklinde, zincirleme olarak büyütülür.”

Başını kitaptan kaldırdı ve “aynısını onlara yapacağız” dedi.

“Evrenimiz, her türlü ahlaksızlığı ustalıkla yapıp toplumda sevilen sayılan kişi olmayı becermiş sahtekarların hepsi. Erkek görünümlü olanlar. Örneklem grubumuz, şu beni çarmıha gerip, yıldıza oturtup, linç etmelere doyamayan masal kanalı. Tartaryan ve onu destekleyen herkes. Ona ekmek, su veren herkes. Sahip olduğu, sevdiği, övündüğü ne varsa kim varsa.”

Nabu donmuş gibiydi. Onun bu kıpırtısızlığı kafasındaki kayıt cihazının çalışmakta olduğunu gösteriyordu. Korktuğunu düşünmeyin. Sevenler korkmaz.

Tinne sehpanın üzerindeki kilağı aldı eline. “Bak, bu şarkı bizim neşriyatımızı anlatıyor.”

Nabu kaşlarını kaldırdı. “Neymiş bizim neşriyatımız?” dedi. Bununla ilgilenmişti. Siyon Amca’nın neşriyatını terk edeli çok olmuştu. Herkesin bir neşriyata, kurallar, kaideler, yasalar bütününe, bir sistematiğe ihtiyacı vardır.

Neşriyatımızın sloganı şu: “Bir yerine bin cezayla…”

Şarkı bir haine yazılmıştı. Şifrelerimiz çeşitli yerlere gizlenmişti ve Tinne onları tek tek bulup çıkartıyor, en anlamlı, en doğru şekilde birleştiriyordu.

“Sarah adındaki kadını duymuş muydun, hani şu siyah güzel kadın, özellikle de kalçası güzelmiş?”

“Çok acıklı bir hikayesi var.”

“Onun hikayesi bütün acıklı hikayelerin toplamı gibi. İçinde erkek var, emperyalizm var, ırkçılık var, Siyon Amca var. Hayvan yerine konan, teşhir edilen, taciz edilen, üstünde deneyler yapılan insan var. Kurban edilen kadın var.”

“Ben ona yazılmış şiiri biliyorum. Şu, seni eve götürmeye geldim, diye başlayan…”

“Okusana.”

“Seni eve götürmeye geldim eve, hatırlar mısın bozkırı? Yemyeşil çimeni, büyük meşe ağaçlarının altındaki? Hava serindir orada, güneş de yakmaz. Bir tepenin eteğine serdim yatağını…”

Nabu burada ağlamaya başladı. O da siyahi bir kadındı ve bu şiir, hepimizden çok onun canını yakmıştı.

Tinne elindeki kilağı Elyase’ye verdi ve Nabu’ya sarıldı.

Onlar ağlaşırken Elyase kilağı koydu.

Tinne Nabu’nun kulağına fısıldadı. “Kartopu operasyonunu Sarah için yapalım.”

Nabu başını salladı. Ezilmişlerin, itilip kakılmışların, horlanmışların da iyi yerlere geldikleri, gelebilecekleri doğrudur. “Ev zencisi” ya da odalık olmaları şartıyla. Nabu bunu reddetmiş, bu uğurda hayatını ortaya koymuştu. Baphomet’in mabedindeki yerini kaybetmişti ama artık Tinne’nin başkomutanıydı. Kimsenin önünde eğilmek, secde etmek ya da kendini hiç ederek birilerini memnun etmek zorunda değildi. Artık Tinne ona etli kereviz yapacak, gece uyurken üstünü örtecekti.

Hiç şüphe yok ki Tinne’nin küçük evi Baphomet’in mabedinden daha genişti.

Önceki Sayfa Sonraki Sayfa

– 22 – Bırbırı Çaydemler

BIRIBIRI ÇAYDEMLER

Tinne’nin baş çırağı Bırıbırı Çaydemler, bir müddet sonra Tinne’nin aptal olduğunu düşünür olmuş. Ama onun baş çırağı olmak da havalı bir şeymiş hani. Ben onu bir güzel parmağımda oynatırım, ruhu bile duymaz demekteymiş.

Onun böyle düşünmesine sebep, Karadümbüklülerin Reisi ile Vagna’ymış. Tinne’nin her türlü sırrını bilen, daima yakınında olan bu çaylak kıza, epey bir şeyler teklif etmişler.

“Bize ondan sürekli haber uçur, sonra dile, ne dilersen” demişler ve eklemişler:

“Biz ona ne isterse alırdık, verirdik, yapardık ama o şibobren olduğu için bütün bunları reddederek bizden kaçıp duruyor. Sen şimdi sevgili Usta’nın iyiliği için onun hakkında bize bol bol rapor ver, biz de seni kaymağa boğalım.”

Bırıbırı Çaydemler, sırf ustasının iyiliği için(!), bu teklifi hiç düşünmeden kabul etmiş. Ustam şibobren değil belki ama kesin aptal demiş içinden. Uzun ihtiyar Hâr’ol Elendi Bey, Tinne’yi Karadümbük Kraliçesi yapmak istiyormuş ama Tinne bunu sürekli reddetmekteymiş.

Oysa Tinne ile Hâr’ol Elendi Bey arasında tam olarak şu konuşma geçmişmiş:

Hâr’ol: Bir kızımız olsun, adı Nazlı olsun.

Tinne: Karınızdan koşanmayı düşünüyorsunuz anlaşılan?

Hâr’ol: Hayır, ben asla böyle bir şey yapmam.

Tinne: Ama sanki benimle evlenmeyi istiyor gibisiniz?

Hâr’ol: Hayır, bunu da yapamam.

Tinne: Nazlı’ya başka bir anne bulmalısınız.

Hâr’ol: Dur, dur bir dakika! Sen çok genç ve güzelsin. Ben o yüzden seninle evlenemem.

Tinne: Merak ettim, neden?

Hâr’ol: Dedikodu yaparlar.

Tinne çok yıllar sonra, hatta o kadar çok sonra ki, Uzun gümleyip yerine türkücü reis olduktan bile sonra öğrendi ki, Karadümbüklülerin komşularıyla evlenmeleri yasakmış. İllaki başka semtten olması gerekiyormuş. Gerçek sebep bu olmalıymış.

Bu arada Tinne’nin aptal olduğunu düşünen biri daha varmış, ne yazık ki Maes’miş o. Anneannesi ve Dümbük Reis ona da Bırıbırı’ya yaptıkları teklifi yapmışlar. Böylece Bırıbırı ve Maes aldıkları kaymaklarla her istediklerini yapmaya başlamışlar.

Bırıbırı hemen bir çocuk doğurmuş. Doğurur doğurmaz başka adamdan hamile kalmış. Ama bunu kocasına hiç söylememiş, çünkü o adam evliymiş. Yeni adamı Tinne’nin mezun olduğu meslek okulundan bulmuş. Herkese kendini Tinne’nin sıfatlarıyla tanıtıyormuş çünkü.

Bu arada bilmenizi isterim ki Bırıbırı fularını hiç çıkartmamış. Böylece kimse ondan şüphelenmeyecekmiş. Hep bembeyaz fular takıyormuş.

Benim dikkatimi çeken Bırıbırı’nın Vagna’ya benzer bir özelliğe sahip olması: Dilfon.

Dilfonuyla yatar dilfonuyla kalkarmış. Asla elinden bırakmaz, sık sık kontrol edermiş. Dilfoncu kadınlara dikkat edin, derim ben.

Maes sabah akşam geziyor, kimseye hesap vermiyormuş. Tamamen özgürmüş artık! Annesini ispiyonladıkça kaymakları cukkalıyor, erkek kardeşine de, annesine de çok kötü davranıyormuş. Kendini onların patronu sanıyormuş. Fazla şeker yemekten artık kafasının içi yapış yapış olmaya başlamış.

Etrafında olan biteni tam anlayamayan Tinne, bir gün Bırıbırı’nın davetini kabul ederek ziyaretine gitmiş. Sırnaşık bir sesle “bebeğimi gelip görün” demiş, Bırıbırı. Ziyaret sırasında Tinne’nin dikkatini, Bırıbırı’nın karnının büyüklüğü çekmiş. Bu akşam burada kalıyorum ve yarın seni hekime götürüyorum, demiş ona.

Ertesi gün  Bırıbırı’nın daha kırk günlük lohusayken ikinci çocuğa hamile kaldığı ortaya çıkmış. Hekim onlara hayati tehlikeyi haber vermiş.

Tinne tabi ki doğum vakti gelene kadar Bırıbırı’ya ve küçük bebeğine bakmış. Parasıyla, hizmetiyle onu korumuş ve kollamış. Tuhaf şeylerin olduğunu, daha da kötülerinin olacağını hissettiği için doğuma yakın, onun yanından ayrılarak kendine bir ağaç kovuğu bulup yerleşmiş.

Maes ve Bırıbırı iş birliği yaparak Tinne’yi oradan çıkartıp avcılara teslim etmişler.

Bugün Maes de, Bırıbırı da pek mutlu sayılmazlar. Bırıbırı artık beyaz fular takmıyor. Hatta fular hiç takmıyor. Kocalarından ayrıldı. Hala çok yalan söylüyor ve dilfonda soyunarak para kazanıyor.

Maes, Deprem’in vurduğu fiskelerin etkisinden kurtulamadığı için kendini sırıkla atlamaya verdi. Elinde hep o uzun sopayla geziyor. Sırıkla ülkeler arası, deniz ötesi atlamada bölge birincisi. Şimdi kıtalar arası atlayabilmek için çok sıkı çalışıyor. Uzun öldükten sonra, Türkücü Reis ona şeker almadığı için çok kızdı. Ha bu arada ne yazık ki diş hekimi de olamadı. Neden mi? Uzun ölünce ortaklık bozuldu da ondan.

Önceki Sayfa  Sonraki Sayfa

Defne Ilgaz, Rıfat Ilgaz, Afet Ilgaz, Absürd, Absürt, Mizah, Otobiyografi, Eğlenceli yazılar, Gülmece, Hiciv, Taşlama, Edebiyat, Roman, Deneme, Şiir, Tinne, Saçmalardan Seçmeler, Saçma,Acaip, Acayip, Acayip Dünya, Kadın, Komik, Komik kadın, Gülmece Güldürmece, Sıra Dışı, Fantastik

– 16 – İlk Kraliçe

İLK KRALİÇE

Şimdi herkes “havalı” olmak derdinde. Herkesin burnu bir karış “havada!” Kraliçeler, krallar dolu ortalık. Düğünlere derneklere bakın, herkes yüksek bir koltuğa oturup, ışıltılı elbiseler ve mücevherler içinde süzüm süzüm süzülmekte.

Oysa Tinne’nin mezarlık arkadaşlarının anlattığı hikayedeki “ilk kraliçe” öyle miydi ya?!.

Tinne sayesinde neler öğrendim ben neler… Tinne ile oturup kalkanlar, çok şey öğrenirler. Sonra da Tinne’yi beğenmez olurlar. Onun yönlendirmeleri ile bir yerlere gelir, bir şeyler olurlar. Gözleri açılır, ufukları genişler, Tinne’yi nasıl ezip geçsek diye planlar kurmaya başlarlar.

Ben ona defalarca söyledim, bilgini, ilmini bu kadar cömertçe saçma, diye. Ama bizim kız illa bildiğini okur! “İlmime güveniyorsanız, cömertliğime de güvenin!” der, kestirir atar. Aslında haklı, bana anlatmasaydı ben de size anlatamazdım…

O kimleri kimleri yetiştirdi, kimlere kimlere şifa dağıttı. Kimlerin tıkanmış kanallarını açtı… İnsanları, saplantılardan, takıntılardan kurtarmada üstüne yoktur.

Moğolistan’daki dağın eteklerinde bir yurt varmış. Oba yani. Bugünkü tabirle büyücek çadırlar. Hakan ve hanımı o yurdun anası babası gibiymiş. Hakan’ın eşi “ben hânım” falan demez, hep hizmet edermiş. Sofralar kurar kaldırır, bir dakika boş durmazmış. Titizmiş de biraz.

Hakan, karısının ne kadar fedakâr ve yumuşak tabiatlı olduğunu bildiğinden, kendisinin yokluğunda ona eziyet edilmesin diye karşıdan bakıldığında obanın görünüşüne benzeyen bir başlık yaptırtmış kadınlara. Bir küçük çadır, ortada büyük direkli çadır, sağdaki gene küçük çadır.

Uzun yola gideceği bir seferinde herkesi etrafına toplamış. Başlığı alıp hanımın başına oturtmuş. “Bu hatun bana bu oba gibi kutsaldır, bu oba da bana hatunum gibi kutsal. Bilesiniz.”

Karısına bu başlığı başından hiç çıkartmamasını istemiş. Gelen giden seni ayırt etsin, demiş. Çünkü onu ilk defa görenler, anlı şanlı Hakan’ın yiğit karısı olduğuna inanmıyorlarmış.

Zaten ufak tefek, masum yüzlü bir kızcağızmış. İhtiyarlara, çocuklara hiç kıyamaz, onlara özenle, bizzat hizmet edermiş. Böyle olunca da düşmana korku salan o kadının, bu kadın olduğuna inanası gelmezmiş insanların.

Yabancılar, misafirler çadırdan içeri girip etraflarına bakar, Hakan’ın vekilliğine hep başka hatunları yakıştırır, onların yanına doğru seğirtirlermiş. “Hânımız işte burada” dediklerinde hayal kırıklığı olurmuş insanlarda.

Güzelliğine diyecek yokmuş ama fazlaca hürmetkar, hatırşinas, misafirpervermiş sizin anlayacağınız. “Tanrı misafir kılığında gelir” der, başka şey demezmiş. O da inatçıymış Tinne gibi.

Böyle iyi ve güzel insanların, bu kadar “dediğim dedik, çaldığım düdük” olmasına ben üzülüyorum doğrusu. Yazık oluyor onlara.

Ama böyle olmasalardı dünyada iyilik kaim olabilir miydi?

Aslında dünyada iyiliğin ve iyilerin var olduğu konusunda benim zaten ciddi şüphelerim var. Bu tür “öncü iyiler”in bin bir zorlukla kurduğu, tesis ettiği düzenin üzerine sonradan gelip kötüler kuruluyor, üstelik yeni bir çember yaratıp, hemencecik krallık ve sömürü sistemini oluşturuveriyorlar. Bakınız Muaviye’ye.

Hani Fatma, hani Hasan, hani Hüseyin?

Fatma da etrafına bilgi saçan mübarek bir kadındı. O da temiz, titiz, mütevazı, hizmet ehliydi. Herkes, “Ali şöyle dedi, böyle buyurdu” der durur, bilmezler ki Ali eşinden öğrenir, öğrenir, anlatırmış.

“Kurb-i sultan âteşi suzan” derler. Sultana yakın olan ateşe de yakın olur, demek.

Öğrendiğin ilmin, aldığın hizmetin hakkını vermelisin. Hakkı ödenmez bir hizmetse de hiç olmazsa nankörlük etmeyeceksin! Ben bunu bilir, bunu söylerim.

Tinne’den faydalanıp faydalanıp, hainlik ya da nankörlük edenlerin sonunu ben kendi gözlerimle gördüm, kimselere (düşmanıma bile) tavsiye etmem.

Önceki Sayfa   Sonraki Sayfa

Defne Ilgaz, Rıfat Ilgaz, Afet Ilgaz, Absürd, Absürt, Mizah, Otobiyografi, Eğlenceli yazılar, Gülmece, Hiciv, Taşlama, Edebiyat, Roman, Deneme, Şiir, Tinne, Saçmalardan Seçmeler, Saçma,Acaip, Acayip, Acayip Dünya, Kadın, Komik, Komik kadın, Gülmece Güldürmece, Sıra Dışı, Fantastik