– 49 – HADSİZ KORKAK SALYANGOZLAR
– 49 – HADSİZ KORKAK SALYANGOZLAR
Günlerdir susuyordu. Bu, düşünüyor anlamına geliyordu. Geometri soruları çözüyor, bilmediği dillerden kelimeler ezberliyor, temizlik yapan kızların açtığı kanalı takip ediyordu. Salyangozlar üzgündü. Onların da ağzını bıçak açmıyordu. Sokakta herkesin siyah giydiğini görüyordum. Acı çeken insanların yanımdan geçerken yavaşlayarak bana acı acı bakmasına dayanamıyordum artık. Gidecektim Tinne’yi sarsacaktım, ne olduğunu öğrenecektim.
“Dışarıda salyangoz yası var!” diye bağırdım. Oysa ona hiç sesimi yükseltmezdim, çıkışmazdım, kızmazdım. Gene de şaşırmadı. O meşhur hastane resmindeki hemşire gibi “şşş” yaptı, parmağını dudaklarına götürerek. “Değişim var. Değişirken konuşulmaz.” dedi.
Koltuğa yığıldım, hem de ıslak yağmurluğum ve üstünden sular akan şemsiyemle. Şöyle bir baktı şemsiyeme, sonra bana baktı. Tekrar çevirdi kafasını temizlik yapan kızlara.
“Salyangozlar değişmez” dedim, gene hırçın ve yüksek sesle. “Değişir, herkes ve her şey değişir” dedi. “Tırtıl mı onlar” dedim, saçlarımdaki suları köpekler gibi halısına silkelerken. Gene ters ters baktı ama bir şey söylemedi.
İKimiz de sustuk. Sessizliği onun bozacağını biliyordum. Doğru soruyu sormuştum çünkü. Beni iyice aydınlatana kadar konuşacaktı. Bu onun vazifesiydi. Ona doğru soruyla gelirseniz işini gücünü bırakır saatlerce anlatırdı.
“Değişmeyenin, değişmeye niyeti olmayanın öğretmenle işi ne” dedi.
“Seviyorlar” dedim.
“Neyi? Eğlenceli, çok güzel pazarlanabilecek yeni yeni ifadeler bulmayı mı, komik bir kadını dinlemeyi mi, yoksa öğrenmeyi mi? Çünkü ben gösteri yapmıyorum sadece öğretiyorum.”
Bu sözleri söyledikten sonra önündeki fidyoyu nihayet kapatıp ayağa kalktı. “Öğrenmeye niyetleri yok onların. Kulübe gelir gibi geliyorlar. Eğlenmeye, pazara geliyorlar. Bir çeşit piyasa, sektör, endüstri oluşturdular. Benim beklentim başka onlarınki başka.”
“Ne yapsınlar istiyorsun?”
“Birincisi bana selam verecekler. Dosta da düşmana da önden yaklaşmayı anlatıyorum. Beni bir güzel dinliyorlar, sonra adeta birbirleriyle yarışırcasına koşa koşa gidip dinlediklerini hemen kaymağa çeviriyorlar, ama asla uygulamıyorlar.”
“Selam verirsek her şey biter zannediyor olabilirler.”
“Hiç bir iletişim zanlar üstüne kurulmaz. İletişim artık bir bilim, unutma! Ayrıca ustanın sözlerine değer verip dinliyorsan, uygulamamanın nedeni ne? Evet, başka bir evreye geçilecek. Başka bir hale. Bunu istemiyorlar. Eski düzenlerini sürdürsünler, putlarına tapmaya devam etsinler, benim burada yanlışlığını anlattığım şeyleri yapmaya inatla devam etsinler, sonra da gelip benden sohbet istesinler? Bunlar dost mu düşman mı o bile belli değil. Bir gün alay ediyorlar, bir gün öldürüyorlar, bir gün saygı gösteriyor gibi yapıyorlar. Kafaları karışık. Niyetleri sadece çalmak, benden çaldıklarını zavallı cahil efendilerine götürmek, onları kaymakla beslemek.”
“Onlar sadece birer işçi, köle.”
“Hırsız?”
“Tamam hırsız. Efendileri onları zorluyor. Ama onlar seni seviyor.”
Tinne salonun görünen ama gizli bir köşesinde duran kamasını gösterdi. Bu ne anlama geliyor biliyor musun? Bu haksızlığa dur demek, kötü gidişatı değiştirmek, bir halden diğerine geçebilmek için harekete geçmeyi temsil ediyor. Buna günlük dillerde ‘savaş’ diyorlar.”
“İsyan?”
“Savaş! İsyan, başkaldırma, mücadele, durma, direnme. Bunların hepsi savaştır. Bak abla. Burası genelev değil. Orada bile bir bedel ödenir. Bunlar nehirlere, ırmaklara, ormanlara, denizlere, toprağa yaptıklarını bana da yapıyorlar. Sınırsız ilim. Karşılıksız. Hatta bu ilmi benden alabilmek için uzmanlar eşliğinde üzerimde bazı uygulamalarda bulunuyorlar. Beni saha deneyine tabi tutuyorlar. Özellikle zorluklarla yüzleştirip, kızmamı ve hikmetli sözler söylememi sağlıyorlar. Bunu benden öncekilere de yaptılar. Alavere, dalavere, tezgah, dümenle beni konuşturup, zorlu bir mücadelenin içine sokup; bu yapay zulümden hikmet, saf bilgi elde etmeye çalışıyorlar. O senin acıdığın salyangozlar da bütün bunlara alet oluyor. Böyle sevgi mi olur? İnsan sevdiğini genel evde satışa mı sunar? Üstelik ona bir selam bile vermeden, yüzüne bakmadan? Tam bir dolandırıcı, hırsız gibi? Eğer benim ilmime ve aklıma güveniyorlarsa, bu gidişin sonu gerçekten çok kötü. Onlara yapma diyorum, dinlemiyorlar. Böyle eğitim mi olur, böyle sevgi mi olur? Gidişat kötü, sonları kötü.”
“Onlar köle ne yapsın. Zalim efendilerin kölesi.”
“Ben ne yapayım?”
“Konuş onlarla, besle onları.”
“Zulümden elde edilmiş kanımla, acılarla damıtılmış ilim ve hikmet sütüyle? Onların bu karam gıdayla iyi bir şey olacaklarını mı sanıyorsun?”
“Olsun, onlar gene de istiyor, ben gördüm, çok kötü durumdalar.”
“Uyuşturucu gibi ha? Zararlı maddelere duyulan gereksinim gibi? Öyleyse sen onları sevmiyorsun?”
“Yok, ben onlara sadece acıyorum.”
“Şimdi kapıda aç köpekler var ve sen bana kolumu kesip onlara atmamı istiyorsun? Öyleyse onlar senin için benden daha değerli, daha sevgili? Gene acıkacaklar bunu da biliyorsun. Gene acıkacaklar, daha doğrusu efendileri acıkacak, onları benim kapımı tırmalamaya, kapıda ulumaya gönderecekler. Bu sefer de bacağımı kesip vereceğim? Peki sonu ne olacak bu gidişatın? Ben söyleyeyim, işleri bitene kadar beni sömürecekler, sonra bir şekilde ortadan kaldıracaklar. Benden bir iz kalmaması için, ‘zaten öyle biri hiç yaşamadı’ gibi dedikodular yayacaklar. Görmüyor musun, tek bir akrabam kalmadı. Çocuklarımı bile çaldılar. Bunlar beni kaybetme, izimi silme çalışmaları. Beni ortadan kaldırdıktan sonra yeni tin duyuracaklar. Yeni mabetler, yeni tin adamları ortaya çıkacak. Belki de senin o zavallı salyangozların yeni tinin rahipleri olacak. Sonra da benden kutsal bir soy ve kan uyduracaklar. Elbet tekelleşmenin gereği, bu kutsiyet kendi adamlarına geçirilecek. Daltonlar, Dalmaçyalılar, Tartaryan gibi, ellerinde benim kanım olan hainler, bu yeni tinin azizleri olacak.”
“Korkunç” diyebildim.
O gene haklıydı. Tinne’nin bulunduğu her yere sesini kaydetmek üzere yerleşilmişti. Tinne’nin evinin her tarafında, geçtiği yollarda, uğradığı her yerde salyangozlar vardı. Onlar bu işten kaymak da kazanıyorlardı. Seçilmiş, özel yetiştirilmiş bir sürüydü bu. Onlar yanlış bir şey yaptıkça, Tinne onları uyarıyor, neden yapmamaları gerektiğini detaylı bir şekilde anlatıyordu. Düzeltiyor, ona hak veriyor gibi yapıyorlardı. Ama hiçbir şey değişmiyordu. Düzen binlerce yıl nasılsa gene öyle devam ediyordu. Aslında her şeyi bir illüzyon gibi tasarımlıyorlardı. Tinne de bunu anlıyordu tabi.
Onu kafeste vahşice yetiştirip gıda endüstrisine sattıkları tavuk gibi görüyorlardı. Tanrı vergisi bir doğal kaynaktı o. Javudiler Tanrının yarattığı her şeyin kendilerine ait olduğuna inanıyordu. Bu da gönül rahatlığıyla canlı cansız her şeyi talan etmelerine, yağmalamalarına cevaz veriyordu. Tinne yüzlerce binlerce defa anlatmıştı, varlık alemindeki yolculuklarından, tezahürlerinden öğrendiği ne var ne yoksa onlara anlatmıştı. Ama onlar hep aynıydı. Varlık aleminde soyut somut ne varsa çıkara, menfaate, güce çevirmek üzere vahşice sömürmeye, izinsiz alıp satmaya, bu uğurda da zavallı salyangozları doğumlarından itibaren köleleştirmeye devam ediyorlardı.
Tinne acıyordu salyangozların haline ama acınacak duruma düşmeyi de kabul etmiyordu. Sömürülen olmaktansa cezalandıran olmayı tercih ederdi. Yağmalanan olmaktansa had bildiren olmayı tercih ederdi. Bu, şu ünlü şarkıdaki gibi, “çivi olmaktansa çekiç olmayı istemek” gibi bir şey değildi. Bu dünyada sömüren ya da sömürülen olmaktan başka seçenekler de vardı. Hak Yol diyordu Tinne buna. Hak yoldan gitmeyenin yolu kısa olur, diyordu. O yolda elbet zorluklar vardı. Zarar görmemenin birinci kuralı zarar vermemekti. Tedbir denilen kurallar silsilesinin adı neşriyattı. Tinne’nin anlattığı neşriyatta kamamız hep belimizde olmalıydı. Çünkü o yolun eşkiyası, hadsizi, uyanığı çoktu. Yolun sonundaki hakikate varabilmek için savaş hukukunu iyi bilmek gerekiyordu: Anlaması ve vazgeçmesi için önce sabret, ısrarlıysa merhametli bir kalple öğret, devam ediyorsa hakkaniyetle uyar, hala vazgeçmiyorsa tereddüt etmeden savaş, derdi.
Öğrenme, medeniyet, ilerleme böyle olurmuş ona göre. Yoksa hep geriye gidermişiz. Eşkıyalar yola sahip olur, kısa bir zaman sonra onlar da yolsuz kalır, topyekün yok olurmuşuz.
Bu yol öyle bir yolmuş ki, durulmazmış, oyalanılmazmış, geriye bakmakla vakit harcanmazmış, zaten mecbur kalmadıkça da geriye bakılmazmış.
Eğer seni takip eden düşman varsa, geriye dönüp onun işini bitirmek gerekirmiş. Çünkü düşmanla bir yere gidilmezmiş.
Yolda kimse yalnız değilmiş. Yolda kendini yalnız sanmak bir illüzyonmuş. Bizimle yolculuk yapan, daha önce o yoldan geçmiş olanlar, geçecek olanlar, yolun sonundaki yüce varlık ve mihmandarlarımız varmış.
Anlar gibiydim aslında. Tinne ne kadar yalnız yaşamayı sevse de hep kalabalıktı. Onu yalnız bırakmıyorduk. Dost muyduk düşman mıydık biz de bilmiyorduk. Ama savaşmaktan korktuğumuz bir gerçekti. O da korkakları kursuna almak istemiyordu.
Haklıydı. O ücret almayan, ilmini karşılıksızca veren bir öğretmendi. Hiçbir şeye zorunlu değildi. Öğrettiği ilmin adının “savaş” olduğunu her fırsatta söylüyordu. Canımız savaşçı olmak istemiyorsa, hırsızlar ve yol kesenler olarak hayata devam etmek istiyorsak, onun kapısında işimiz neydi?