– 44 – İYİ NİYETLİ KARGALAR

– 44 – İYİ NİYETLİ KARGALAR

Tinne olanlar karşısında gittikçe içine kapanıyordu. Dünyadan nefret ediyor gibiydi. Yoksa artık dünyayı kurtarmayı istemekten vaz mı geçmişti?

Ani bir kararla, üstüme bir şeyler aldım, kapıyı çektim çıktım. Yollara düştüm.

Nabu’yu bulacaktım ama nasıl bulacaktım bilmiyordum.

Sana ne oluyor diyeceksiniz, sen onun sadece komşususun! Komşuluk hakkı o kadar ileri bir şeymiş ki, Tinne anlata anlata bitiremez. Az kalsın ona mirasçı olacağımı sanmıştım. Zaten annesinin definesinden küçük de olsa bir pay geldiğinde, beni hediyelere boğmuştu. Beraber yedik, içtik, beraber harcadık sayılır.

Bu kadar özel bir insanı tanıyor olmak bile bir insana ne kadar sorumluluk yükler, bir düşünün. Ben üstelik komşusuydum. O hangi koşul altında olursa olsun beni hiç kırmamış, bana tattırmadan kursağından bir lokma geçirmemişti. Öyle de güzel yemekler yapardı ki… Böyle bir savaşçının iyi bir ev hanımı olacağını düşünmek çılgınlık! Ama o bize çılgınca gelen şeyleri doğallıkla yapar…

Bir de dilinde hep Nemolar vardır. Zor koşullar altındaysa, hep onları düşünerek güç bulur. Kendini Nemo hisseder, birden canlanır, “dağda, bayırda azıcık şeyle kendine aş pişiren Nemolarım için yaptım bu yemeği” der, evdeki azıcık malzemeden nefis şeyler yapar, krallara layık sofralar donatırdı. Ninelerimiz de Nemoydu aslında. Kurtulma Cihadını ederlerken, azıcık arpa bulmaya eşeklerle kilometrelerce yol giderlermiş. Bulunca da onu el değirmenlerinde çekip, ekmek yapıp çocuklarına yedirirlermiş. Tinne her şeyden ekmek yapabilirdi. Pirinçten, bulgurdan, otlardan bile. Birçok sırrı Van kedilerinin kraliçesinden öğrenmişti -ki o da bir Nemo sayılırdı, çocukken Kurtulma Cihadına tanık olmuş- kuru ekmekten maya yapar, her koşulda leziz ekmekler yapıp önümüze koyardı. Nenesi Van kedilerinin kraliçesi ona otları da öğretmişti. Yolda gezinirken kaldırım kenarlarından ot toplar, onlardan yemekler, börekler yapar yakıştırır, en tatsız meyvelerden reçeller, tatlılar uydurur, bize parmaklarımızı yedirirdi. Çocuklarına hiç yokluk yaşatmadı. Bulurdu, buluştururdu, temizler, süsler, gerekirse tamir eder, diker, değiştirirdi… Güzel, temiz bir evde, leziz yemeklerle büyütmüştü çocuklarını. Ama inanın o kurduğu her sofrada, her yağan karda, her zorlu koşulda daima Nemolarını hatırlar, gizli ya da açık onlara dua ederdi.

Nemolar balık değildi. Onlar bu dünyanın en eski askerleriydi. Bayrakları değişmiş, giysileri değişmiş, kalpleri, ruhları ve verdikleri söz değişmemişti. Tinne’nin mezarlık arkadaşlarından öğrendiğimize göre Nemolar İlk Kraliçenin çocuklarıymış. Yani hakanla banunun. Önce iki kişilermiş, üçüncüsü banuymuş. Sonra dört kişi olmuşlar, beşincisi banuymuş. Sonra altı kişi olmuşlar yedincisi banuymuş. Bunlar çadırı ne bahasına olursa olsun koruyan kişilermiş. İçerde hakanla banu, eşikte biri, dışarda dördü bulunurmuş. Bunların uykuları ile uyanıklıkları birmiş. Bunun sırrını da kimsecikler bulamamış. Bu ilk kraliçenin askerleri yenilgi nedir bilmezlermiş. Hiç yenilgi görmemişler. Yenilmek ölmek demekmiş onlar için. O yüzden görmemişler.

Bu yedi canın kurduğu yetiştirdiği ordu Nemolar olarak, hala daha bu dünya üstünde nöbetteymişler. Nemolar ve Banu birbirlerini nerede görseler tanır, eğer aynı anda dünya yüzündelerse birbirlerini kokularından bile bulurlarmış.

Çadırın hikayesi Tinne’nin anlatmayı en sevdiği hikayeydi. Bu hikayeyi anlatırken yüzü aydınlanır, gözleri dolardı.

Derdi ki; “onlar ölmez, döner gelirler. Savaşa kaldıkları yerden devam ederler. Onların doğma, yaratılma ve yaşama sebepleri savaştır. Savaşırlarsa yaşarlar, yaşarlarsa savaşırlar. Onlar ölmeyi ve yenilmeyi bilmez. Onlar için ölüm ve yenilgi yoktur.”

Bu sözleri öyle bir inançla söylerdi ki sizi de etkisi altına alırdı. İnanırdınız. Sonra onevizyonlar, ölen hatta yakılan nemolardan bahsedince çelişkiye düşerdiniz. Ama Tinne ısrarla tekrarlardı, “onlar ölmez ve yenilmez!”

Ben Nabu’yu aramaya çıkmışken neden zihnim Nemolarla bu kadar meşguldü, anlamış değildim. Hava soğuktu, kış gelmişti artık. Dünyanın bir yerlerinde mazlumlar kuşatma, memleketin bir yerlerinde çadırlarda yaşayan insancıklar zulüm altındaydı. Eskiden böyle değildim ben, uzağımdaki bu acılar için bu kadar dertlenmezdim. Her insanın kendi hayat sınavı yeterince zor, ağır zaten, derdim. Ama sırtına ne konsa kaldırmaya çalışan Tinne’nin sessizliğine ve sabrına şahit olduktan sonra, ağırlıkların aslında hepimize ait olduğunu, paylaşmaya niyet edince de işlerin kolaylaştırıldığını görmüştüm. Tinneyi tanıyan ve seven biri, cimri ya da bencil olamazdı zaten. Ama çocukları… Ah o çocukları! Annelerinin başına gelen dertlerin hep bu iyi huyları yüzünden olduğu sonucuna vararak, kötü olmayı seçmişlerdi. Bir gün umarım tuttukları yoldan vaz geçerler. Kötülerin tuttuğu yol kısadır zaten, bitiverir. Sonra da kendileriyle yolunu paylaşacak yeni “iyi kimse” aramaya çıkarlar.

Ellerim ceplerimde, kar ayazında oturdum banka. Çaresizce bakıyordum etrafıma. Kedilere, güvercinlere… Gaklayan kargalara. Tinne karga sesini çok severdi. Karga sesinde çok güzel düşünülür, derdi. Karga sesi iyilikleri muştular, kimseler bilmez, derdi.

Yapraksız ağaçlarda, havalanıp sürekli birbirleriyle yer değiştiren, birbirlerine seslenip duran kargalara dalmış gitmişim. Aynı anda iki yanıma iki kişi oturdu. Solumdaki genç bir adamdı. Sağımdaki genç bir kadın. Sonra önümüzden simitçi geçti. Genç adam simitçiye seslendi. İki simit aldı. Bir an düşündüm ben de mi alsam diye, sonra canım istemedi. Termosla çay satan bir çocuk geldi. “Abi çay?” dedi. Genç adam ondan çay aldı. Anlamadığım dilden bir şeyler konuştular. Çocuk bu genç adamın, onun dilini bilmesine çok sevindi. Genç kadın burnunu atkıya soktu iyice. Ama gülümsediği belli oluyordu.

Sigara içsem rahatsız olur musunuz, dedi genç adam. “Yo, buy’run için” dedim. Şaşırmıştım. “Siz içer misiniz” diye sordu, teşekkür ettim. Öbür hanıma uzattı sigarayı, o teşekkür etti ve aldı. İki duman arasında kalmıştım.

“Çok acıkmışım” dedi çocuk. “Ama simit yetti. Çay da gelince güzel oldu.” Afiyet olsun dedik.

Kız da, “benim de çok sigara içesim vardı, bu da bana iyi oldu”, dedi.

Çocuk başını salladı. Afiyet olsun, demek oluyordu bu, herhalde. “Herkes kargalara uğursuz der. Ama değildir. İyi bir şeyler olacağını haber verir onlar.”

Şaşırmıştım. Bunu bir tek Tinne söylerdi çünkü. Dönüp hayretle ve dikkatle süzdüm çocuğu. Yakalarını kaldırdığı bir paltosu vardı. Yüzü soğuktan kızarmıştı. Gözleri ihtiyar bakıyordu ama kendisi gençti.

“Siz… ne okuyorsunuz?” Onun bu bilgisinin, bu hayat görüşünün nereden geldiğini anlamak için ne soracağımı birden bilemedim. En iyisi ne mezunu olduğunu ya da ne tahsili yaptığını öğreneyim dedim.

“Kitap olarak mı?”

“Hayır, yani hangi okulda okudunuz? Bu bilgelik nereden geliyor merak ettim.”

“Boş verin ne okuduğumuzu. Biz savaş okuduk. Öldürmeyi, yok etmeyi okuduk.”

“Polissiniz?”

“Hayır askerim. Daha doğrusu öyleydim.”

Artık asker değildi ve üzülüyordu. Gene Tinne’den öğrendiğim bir sözü sattım ona: “Askerliğin emekliliği olmazmış. Ne yani beyaz bayrak mı salladınız?”

Bayağı güldü bu sözüme. “Beyaz bayrak değil, sadece geri çekildik.”

“Nemolar ölmez ve yenilmez.”

Bu sefer bilgelik sırası ondaydı: “Bir Nemoyu ancak bir başka Nemo öldürebilir.”

“Yaradan korusun! Bırakmasın ellerinizi. O eller birbirinize kalkmasın!”

Önüne bakarak başını salladı. “Yalnız mısınız?”

-“Anlamadım?”

-“Birini mi bekliyorsunuz?”

-“Yo… işte öylesine…”

-“Hava almak için geldiniz.”

-“Evet…”

-“İnsanın ne zaman böyle içi, ciğeri yansa, bu ayaz çok iyi gelir.”

-“Evet, öyle…”

-“Aslında bir sigara iyi gelirdi ama istemediniz…” Çocuk muzip muzip gülüyordu.

“Kimse yalnız değildir!” Kızın şakrak sesi duyuldu. Kızıl, kıvırcık saçları vardı. Yüzünü içine gömdüğü atkısından çıkarınca gördüm, çilleri de vardı. Yeşil, ışıl ışıl bakan gözleriyle, kepçe kulaklar, birbirine çok yakışmıştı.

Kız neşeyle konuşmaya devam etti. “Kimse yalnız değildir. Bakın burada sözleşmiş gibi birbirimizi bulduk. Nasıl oldu, değil mi?”

“Evet, nasıl oldu… Yaa…” Gene hatırlamıştım. Niye geldiğimi…

“Kim için üzülüyorsunuz, niye üzülüyorsunuz bilmiyorum ama kimse yalnız değildir. Kötüler görünürdür. Onlar görünmeyi, gösterişi sever. İyiler, gerçek kahramanlar da gizlenmeyi sever.”

“Karanlık ruhlar ışıltıya, ışığa muhtaçtır. Aydınlık ruhlar kendi ışıklarıyla tenhada aydınlanır.” Bu sözü de Tinne’den öğrenmiştim.

“Her kim için üzülüyorsanız. Üzülmeyin.”

İçimi rahatlattıkları, yoldaş oldukları için onlara teşekkür ettim ve kalktım. Tinne, gelip kapımı çaldıysa bulamaz, merak eder diye düşündüm. Gelip beni evde bulursa, iki çift laf ederdik, ona iyi gelirdi. Tinne epeydir simit yapmıyordu bize. Parkta onsuz boğazımdan geçmemiş, delikanlının ikram ettiği simiti bu yüzden almamıştım. Şimdi güzel bir tahinli çörek ve simit alayım birlikte yeriz, diye düşündüm. Çay da demlerdik yanında. Sağ olsun çocuklar, neşemi yerine getirmişlerdi.

Önceki Sayfa Sonraki Sayfa

 

 

 

– 16 – İlk Kraliçe

İLK KRALİÇE

Şimdi herkes “havalı” olmak derdinde. Herkesin burnu bir karış “havada!” Kraliçeler, krallar dolu ortalık. Düğünlere derneklere bakın, herkes yüksek bir koltuğa oturup, ışıltılı elbiseler ve mücevherler içinde süzüm süzüm süzülmekte.

Oysa Tinne’nin mezarlık arkadaşlarının anlattığı hikayedeki “ilk kraliçe” öyle miydi ya?!.

Tinne sayesinde neler öğrendim ben neler… Tinne ile oturup kalkanlar, çok şey öğrenirler. Sonra da Tinne’yi beğenmez olurlar. Onun yönlendirmeleri ile bir yerlere gelir, bir şeyler olurlar. Gözleri açılır, ufukları genişler, Tinne’yi nasıl ezip geçsek diye planlar kurmaya başlarlar.

Ben ona defalarca söyledim, bilgini, ilmini bu kadar cömertçe saçma, diye. Ama bizim kız illa bildiğini okur! “İlmime güveniyorsanız, cömertliğime de güvenin!” der, kestirir atar. Aslında haklı, bana anlatmasaydı ben de size anlatamazdım…

O kimleri kimleri yetiştirdi, kimlere kimlere şifa dağıttı. Kimlerin tıkanmış kanallarını açtı… İnsanları, saplantılardan, takıntılardan kurtarmada üstüne yoktur.

Moğolistan’daki dağın eteklerinde bir yurt varmış. Oba yani. Bugünkü tabirle büyücek çadırlar. Hakan ve hanımı o yurdun anası babası gibiymiş. Hakan’ın eşi “ben hânım” falan demez, hep hizmet edermiş. Sofralar kurar kaldırır, bir dakika boş durmazmış. Titizmiş de biraz.

Hakan, karısının ne kadar fedakâr ve yumuşak tabiatlı olduğunu bildiğinden, kendisinin yokluğunda ona eziyet edilmesin diye karşıdan bakıldığında obanın görünüşüne benzeyen bir başlık yaptırtmış kadınlara. Bir küçük çadır, ortada büyük direkli çadır, sağdaki gene küçük çadır.

Uzun yola gideceği bir seferinde herkesi etrafına toplamış. Başlığı alıp hanımın başına oturtmuş. “Bu hatun bana bu oba gibi kutsaldır, bu oba da bana hatunum gibi kutsal. Bilesiniz.”

Karısına bu başlığı başından hiç çıkartmamasını istemiş. Gelen giden seni ayırt etsin, demiş. Çünkü onu ilk defa görenler, anlı şanlı Hakan’ın yiğit karısı olduğuna inanmıyorlarmış.

Zaten ufak tefek, masum yüzlü bir kızcağızmış. İhtiyarlara, çocuklara hiç kıyamaz, onlara özenle, bizzat hizmet edermiş. Böyle olunca da düşmana korku salan o kadının, bu kadın olduğuna inanası gelmezmiş insanların.

Yabancılar, misafirler çadırdan içeri girip etraflarına bakar, Hakan’ın vekilliğine hep başka hatunları yakıştırır, onların yanına doğru seğirtirlermiş. “Hânımız işte burada” dediklerinde hayal kırıklığı olurmuş insanlarda.

Güzelliğine diyecek yokmuş ama fazlaca hürmetkar, hatırşinas, misafirpervermiş sizin anlayacağınız. “Tanrı misafir kılığında gelir” der, başka şey demezmiş. O da inatçıymış Tinne gibi.

Böyle iyi ve güzel insanların, bu kadar “dediğim dedik, çaldığım düdük” olmasına ben üzülüyorum doğrusu. Yazık oluyor onlara.

Ama böyle olmasalardı dünyada iyilik kaim olabilir miydi?

Aslında dünyada iyiliğin ve iyilerin var olduğu konusunda benim zaten ciddi şüphelerim var. Bu tür “öncü iyiler”in bin bir zorlukla kurduğu, tesis ettiği düzenin üzerine sonradan gelip kötüler kuruluyor, üstelik yeni bir çember yaratıp, hemencecik krallık ve sömürü sistemini oluşturuveriyorlar. Bakınız Muaviye’ye.

Hani Fatma, hani Hasan, hani Hüseyin?

Fatma da etrafına bilgi saçan mübarek bir kadındı. O da temiz, titiz, mütevazı, hizmet ehliydi. Herkes, “Ali şöyle dedi, böyle buyurdu” der durur, bilmezler ki Ali eşinden öğrenir, öğrenir, anlatırmış.

“Kurb-i sultan âteşi suzan” derler. Sultana yakın olan ateşe de yakın olur, demek.

Öğrendiğin ilmin, aldığın hizmetin hakkını vermelisin. Hakkı ödenmez bir hizmetse de hiç olmazsa nankörlük etmeyeceksin! Ben bunu bilir, bunu söylerim.

Tinne’den faydalanıp faydalanıp, hainlik ya da nankörlük edenlerin sonunu ben kendi gözlerimle gördüm, kimselere (düşmanıma bile) tavsiye etmem.

Önceki Sayfa   Sonraki Sayfa

Defne Ilgaz, Rıfat Ilgaz, Afet Ilgaz, Absürd, Absürt, Mizah, Otobiyografi, Eğlenceli yazılar, Gülmece, Hiciv, Taşlama, Edebiyat, Roman, Deneme, Şiir, Tinne, Saçmalardan Seçmeler, Saçma,Acaip, Acayip, Acayip Dünya, Kadın, Komik, Komik kadın, Gülmece Güldürmece, Sıra Dışı, Fantastik