– 44 – İYİ NİYETLİ KARGALAR

– 44 – İYİ NİYETLİ KARGALAR

Tinne olanlar karşısında gittikçe içine kapanıyordu. Dünyadan nefret ediyor gibiydi. Yoksa artık dünyayı kurtarmayı istemekten vaz mı geçmişti?

Ani bir kararla, üstüme bir şeyler aldım, kapıyı çektim çıktım. Yollara düştüm.

Nabu’yu bulacaktım ama nasıl bulacaktım bilmiyordum.

Sana ne oluyor diyeceksiniz, sen onun sadece komşususun! Komşuluk hakkı o kadar ileri bir şeymiş ki, Tinne anlata anlata bitiremez. Az kalsın ona mirasçı olacağımı sanmıştım. Zaten annesinin definesinden küçük de olsa bir pay geldiğinde, beni hediyelere boğmuştu. Beraber yedik, içtik, beraber harcadık sayılır.

Bu kadar özel bir insanı tanıyor olmak bile bir insana ne kadar sorumluluk yükler, bir düşünün. Ben üstelik komşusuydum. O hangi koşul altında olursa olsun beni hiç kırmamış, bana tattırmadan kursağından bir lokma geçirmemişti. Öyle de güzel yemekler yapardı ki… Böyle bir savaşçının iyi bir ev hanımı olacağını düşünmek çılgınlık! Ama o bize çılgınca gelen şeyleri doğallıkla yapar…

Bir de dilinde hep Nemolar vardır. Zor koşullar altındaysa, hep onları düşünerek güç bulur. Kendini Nemo hisseder, birden canlanır, “dağda, bayırda azıcık şeyle kendine aş pişiren Nemolarım için yaptım bu yemeği” der, evdeki azıcık malzemeden nefis şeyler yapar, krallara layık sofralar donatırdı. Ninelerimiz de Nemoydu aslında. Kurtulma Cihadını ederlerken, azıcık arpa bulmaya eşeklerle kilometrelerce yol giderlermiş. Bulunca da onu el değirmenlerinde çekip, ekmek yapıp çocuklarına yedirirlermiş. Tinne her şeyden ekmek yapabilirdi. Pirinçten, bulgurdan, otlardan bile. Birçok sırrı Van kedilerinin kraliçesinden öğrenmişti -ki o da bir Nemo sayılırdı, çocukken Kurtulma Cihadına tanık olmuş- kuru ekmekten maya yapar, her koşulda leziz ekmekler yapıp önümüze koyardı. Nenesi Van kedilerinin kraliçesi ona otları da öğretmişti. Yolda gezinirken kaldırım kenarlarından ot toplar, onlardan yemekler, börekler yapar yakıştırır, en tatsız meyvelerden reçeller, tatlılar uydurur, bize parmaklarımızı yedirirdi. Çocuklarına hiç yokluk yaşatmadı. Bulurdu, buluştururdu, temizler, süsler, gerekirse tamir eder, diker, değiştirirdi… Güzel, temiz bir evde, leziz yemeklerle büyütmüştü çocuklarını. Ama inanın o kurduğu her sofrada, her yağan karda, her zorlu koşulda daima Nemolarını hatırlar, gizli ya da açık onlara dua ederdi.

Nemolar balık değildi. Onlar bu dünyanın en eski askerleriydi. Bayrakları değişmiş, giysileri değişmiş, kalpleri, ruhları ve verdikleri söz değişmemişti. Tinne’nin mezarlık arkadaşlarından öğrendiğimize göre Nemolar İlk Kraliçenin çocuklarıymış. Yani hakanla banunun. Önce iki kişilermiş, üçüncüsü banuymuş. Sonra dört kişi olmuşlar, beşincisi banuymuş. Sonra altı kişi olmuşlar yedincisi banuymuş. Bunlar çadırı ne bahasına olursa olsun koruyan kişilermiş. İçerde hakanla banu, eşikte biri, dışarda dördü bulunurmuş. Bunların uykuları ile uyanıklıkları birmiş. Bunun sırrını da kimsecikler bulamamış. Bu ilk kraliçenin askerleri yenilgi nedir bilmezlermiş. Hiç yenilgi görmemişler. Yenilmek ölmek demekmiş onlar için. O yüzden görmemişler.

Bu yedi canın kurduğu yetiştirdiği ordu Nemolar olarak, hala daha bu dünya üstünde nöbetteymişler. Nemolar ve Banu birbirlerini nerede görseler tanır, eğer aynı anda dünya yüzündelerse birbirlerini kokularından bile bulurlarmış.

Çadırın hikayesi Tinne’nin anlatmayı en sevdiği hikayeydi. Bu hikayeyi anlatırken yüzü aydınlanır, gözleri dolardı.

Derdi ki; “onlar ölmez, döner gelirler. Savaşa kaldıkları yerden devam ederler. Onların doğma, yaratılma ve yaşama sebepleri savaştır. Savaşırlarsa yaşarlar, yaşarlarsa savaşırlar. Onlar ölmeyi ve yenilmeyi bilmez. Onlar için ölüm ve yenilgi yoktur.”

Bu sözleri öyle bir inançla söylerdi ki sizi de etkisi altına alırdı. İnanırdınız. Sonra onevizyonlar, ölen hatta yakılan nemolardan bahsedince çelişkiye düşerdiniz. Ama Tinne ısrarla tekrarlardı, “onlar ölmez ve yenilmez!”

Ben Nabu’yu aramaya çıkmışken neden zihnim Nemolarla bu kadar meşguldü, anlamış değildim. Hava soğuktu, kış gelmişti artık. Dünyanın bir yerlerinde mazlumlar kuşatma, memleketin bir yerlerinde çadırlarda yaşayan insancıklar zulüm altındaydı. Eskiden böyle değildim ben, uzağımdaki bu acılar için bu kadar dertlenmezdim. Her insanın kendi hayat sınavı yeterince zor, ağır zaten, derdim. Ama sırtına ne konsa kaldırmaya çalışan Tinne’nin sessizliğine ve sabrına şahit olduktan sonra, ağırlıkların aslında hepimize ait olduğunu, paylaşmaya niyet edince de işlerin kolaylaştırıldığını görmüştüm. Tinneyi tanıyan ve seven biri, cimri ya da bencil olamazdı zaten. Ama çocukları… Ah o çocukları! Annelerinin başına gelen dertlerin hep bu iyi huyları yüzünden olduğu sonucuna vararak, kötü olmayı seçmişlerdi. Bir gün umarım tuttukları yoldan vaz geçerler. Kötülerin tuttuğu yol kısadır zaten, bitiverir. Sonra da kendileriyle yolunu paylaşacak yeni “iyi kimse” aramaya çıkarlar.

Ellerim ceplerimde, kar ayazında oturdum banka. Çaresizce bakıyordum etrafıma. Kedilere, güvercinlere… Gaklayan kargalara. Tinne karga sesini çok severdi. Karga sesinde çok güzel düşünülür, derdi. Karga sesi iyilikleri muştular, kimseler bilmez, derdi.

Yapraksız ağaçlarda, havalanıp sürekli birbirleriyle yer değiştiren, birbirlerine seslenip duran kargalara dalmış gitmişim. Aynı anda iki yanıma iki kişi oturdu. Solumdaki genç bir adamdı. Sağımdaki genç bir kadın. Sonra önümüzden simitçi geçti. Genç adam simitçiye seslendi. İki simit aldı. Bir an düşündüm ben de mi alsam diye, sonra canım istemedi. Termosla çay satan bir çocuk geldi. “Abi çay?” dedi. Genç adam ondan çay aldı. Anlamadığım dilden bir şeyler konuştular. Çocuk bu genç adamın, onun dilini bilmesine çok sevindi. Genç kadın burnunu atkıya soktu iyice. Ama gülümsediği belli oluyordu.

Sigara içsem rahatsız olur musunuz, dedi genç adam. “Yo, buy’run için” dedim. Şaşırmıştım. “Siz içer misiniz” diye sordu, teşekkür ettim. Öbür hanıma uzattı sigarayı, o teşekkür etti ve aldı. İki duman arasında kalmıştım.

“Çok acıkmışım” dedi çocuk. “Ama simit yetti. Çay da gelince güzel oldu.” Afiyet olsun dedik.

Kız da, “benim de çok sigara içesim vardı, bu da bana iyi oldu”, dedi.

Çocuk başını salladı. Afiyet olsun, demek oluyordu bu, herhalde. “Herkes kargalara uğursuz der. Ama değildir. İyi bir şeyler olacağını haber verir onlar.”

Şaşırmıştım. Bunu bir tek Tinne söylerdi çünkü. Dönüp hayretle ve dikkatle süzdüm çocuğu. Yakalarını kaldırdığı bir paltosu vardı. Yüzü soğuktan kızarmıştı. Gözleri ihtiyar bakıyordu ama kendisi gençti.

“Siz… ne okuyorsunuz?” Onun bu bilgisinin, bu hayat görüşünün nereden geldiğini anlamak için ne soracağımı birden bilemedim. En iyisi ne mezunu olduğunu ya da ne tahsili yaptığını öğreneyim dedim.

“Kitap olarak mı?”

“Hayır, yani hangi okulda okudunuz? Bu bilgelik nereden geliyor merak ettim.”

“Boş verin ne okuduğumuzu. Biz savaş okuduk. Öldürmeyi, yok etmeyi okuduk.”

“Polissiniz?”

“Hayır askerim. Daha doğrusu öyleydim.”

Artık asker değildi ve üzülüyordu. Gene Tinne’den öğrendiğim bir sözü sattım ona: “Askerliğin emekliliği olmazmış. Ne yani beyaz bayrak mı salladınız?”

Bayağı güldü bu sözüme. “Beyaz bayrak değil, sadece geri çekildik.”

“Nemolar ölmez ve yenilmez.”

Bu sefer bilgelik sırası ondaydı: “Bir Nemoyu ancak bir başka Nemo öldürebilir.”

“Yaradan korusun! Bırakmasın ellerinizi. O eller birbirinize kalkmasın!”

Önüne bakarak başını salladı. “Yalnız mısınız?”

-“Anlamadım?”

-“Birini mi bekliyorsunuz?”

-“Yo… işte öylesine…”

-“Hava almak için geldiniz.”

-“Evet…”

-“İnsanın ne zaman böyle içi, ciğeri yansa, bu ayaz çok iyi gelir.”

-“Evet, öyle…”

-“Aslında bir sigara iyi gelirdi ama istemediniz…” Çocuk muzip muzip gülüyordu.

“Kimse yalnız değildir!” Kızın şakrak sesi duyuldu. Kızıl, kıvırcık saçları vardı. Yüzünü içine gömdüğü atkısından çıkarınca gördüm, çilleri de vardı. Yeşil, ışıl ışıl bakan gözleriyle, kepçe kulaklar, birbirine çok yakışmıştı.

Kız neşeyle konuşmaya devam etti. “Kimse yalnız değildir. Bakın burada sözleşmiş gibi birbirimizi bulduk. Nasıl oldu, değil mi?”

“Evet, nasıl oldu… Yaa…” Gene hatırlamıştım. Niye geldiğimi…

“Kim için üzülüyorsunuz, niye üzülüyorsunuz bilmiyorum ama kimse yalnız değildir. Kötüler görünürdür. Onlar görünmeyi, gösterişi sever. İyiler, gerçek kahramanlar da gizlenmeyi sever.”

“Karanlık ruhlar ışıltıya, ışığa muhtaçtır. Aydınlık ruhlar kendi ışıklarıyla tenhada aydınlanır.” Bu sözü de Tinne’den öğrenmiştim.

“Her kim için üzülüyorsanız. Üzülmeyin.”

İçimi rahatlattıkları, yoldaş oldukları için onlara teşekkür ettim ve kalktım. Tinne, gelip kapımı çaldıysa bulamaz, merak eder diye düşündüm. Gelip beni evde bulursa, iki çift laf ederdik, ona iyi gelirdi. Tinne epeydir simit yapmıyordu bize. Parkta onsuz boğazımdan geçmemiş, delikanlının ikram ettiği simiti bu yüzden almamıştım. Şimdi güzel bir tahinli çörek ve simit alayım birlikte yeriz, diye düşündüm. Çay da demlerdik yanında. Sağ olsun çocuklar, neşemi yerine getirmişlerdi.

Önceki Sayfa Sonraki Sayfa

 

 

 

– 37 – MODERN HIRSIZLAR

 

MODERN HIRSIZLAR

Makriköy Hezenengi Karadümbüklü uzun ihtiyar Har’ol Elendi’nin, Maes’e ev tutup, eline bol para ve sınırsız özgürlük vererek sözde koruma altına aldığı günlerde, Tinne çıraklarından rica etmişti. “Kimse beni dinlemiyor, lütfen siz söyleyin bu adama, kızımı rahat bıraksın” diye. Olur dedi hain olmayan çıraklar. Makriköy Hezenengi Karadümbüklü uzun ihtiyar Har’ol Elendi’yi aradılar.

“Ben hiskolokum” diyerek kendini tanıttı Sera, “Maes’e çok fazla şeker veriyorsunuz, yapmayın. İlla yardım etmek istiyorsanız, onun okulunu bitirmesine yardım edin. Ayrıca kızına ev tutmanızdan ötürü annesinin çok rahatsız olduğunu, buna asla rızasının olmadığını da söylemem gerekiyor.”

“Maes hiç şeker yemediğini söylüyor. Annesi şibobren olduğu için yardım ediyoruz ona. Yakında Harcentın’a da gidecek, okul okumaya.”

“Nasıl yani?” dedi Sera.

“Kespanyolca öğrenecekmiş.”

“Ama okulu daha bitmedi ki yarım bırakıp nereye gidiyor? Üstelik dünyanın ta öbür ucuna?”

“Anneannesi Vagna Hanfendinin izni var. Annesi şibobren olduğu için Maes hakkındaki kararları onunla veriyoruz.”

“Bakın Tinne Hanım şibobren değil. Vagna Hanım da yeterince zengin, neden sizden kaymak yardımı alıyor? Neden Maes’i siz finanse ediyorsunuz?”

“Ben bu sorulara cevap vermek zorunda değilim. Vaktim yok. Hadi eyvallah.”

Sera, ustası Tinne’ye bu konuşmayı olduğu gibi aktardı.

Her hikayenin bir kalbi vardır. Tinne’nin hikayesinin kalbi Makriköy’de yaşananlardı. Makriköy’de Tinne’nin kalbini söküp çıkartmışlardı. Ne tımarhane, ne çocuklarının babasıyla yaptığı evliliği, ne meydanın ortasında durup herkese meydan okuması…

Tinne en büyük kararlarını Makriköy’de verdi, orada yok oldu ve orada var oldu.

Kızı ölseydi daha mı iyiydi?

Yanlış yola sapmış, kerih olanın yaldızlarını, yıldızlarını sökmek gerekir, o doğru. Özenmiştir, gözü boyanmıştır, kanmıştır, kandırılmıştır.

Ama namus temizliği yukarıdan aşağı yapılır: Önce tasallut olanlardan başlanır. Sonra satışa yardım edenlere gelir sıra. Satılmış olanın ne suçu var?

Sadece intikam alacaksanız aşağıdan yukarıya doğru bir operasyon en güzelidir. Tepedekinin paniğe kapılışını seyretmenin zevki hiçbir şeyde yoktur.

Ama namus temizliğinde birinci derece suçludan, sorumludan başlar, aşağıya doğru inersiniz. Tepedekinin gücüne güvenerek azanların, pireler gibi kaçışmasını seyretmek, burada en ibretli ve en tatmin edici “katarsis” olacaktır.

Aynı anda hem anneye hem kıza musallat olmak, gerçekten ibretli bir yok oluşu hak ediyordu. Birini sevince, ona sahip olmayı istemek anlaşılır bir şeydir. Ama sahip olamayınca kötülükler yapmaya başlamak ne anlaşılır, ne kabul edilir, ne de affedilir.

Tinne, kötülüklerin çeşitlerini ve cezalarının ne olması, nasıl olması gerektiğini kafasında oluşturmaktaydı. Dünyada “erkek kötülüğü” gibi sınır tanımaz başka bir kötülük çeşidi yoktu! Tinne, erkeklerin kadınlara ve topraklara yaptıkları kötülükleri yavaş yavaş öğreniyor, üstünde düşünüyor ve kafasında bir tür “temizlik hiyerarşisi” yaratıyordu. Bu temizlik türüne atalar Neşriyat demişlerdi. İyilik, iyilik neşrederdi, kötülükse kötülük. Böylece iyi davranışın sonuçları iyi, kötü davranışın sonuçları kötü olurdu. Tinne, artık hiçbir neşriyat yasasına göre bu suçluların cezalandırılmadığını, bilakis bu tür suçların en büyük ve en rezillerinin artık “neşriyatçılar” tarafından işlendiğine şahit olmuştu. Hem de en yakından ve kendi gözleriyle.

Bu kötüler, “benim olmayan, kara toprağın olsun” demiyorlardı. Bunlar sahip olamadıkları kadını balçığa, çamura bulanmış görmek istiyorlardı. Bir zamanlar aşkla peşinden koştukları kadın tezgahta sermaye olsun, satışa sunulan mal olsun, ucuzlasın, iyice değersizleşsin istiyorlardı. Bunlar gibi kötüyü dünya görmemişti. Şeytanın, yoldan çıkarmaya çalıştığı insanın elinde esir düştüğü, erken itiraz edip, konuyu sonuna kadar dinlemediği için çok pişman olduğunu düşünüyordu Tinne. “Çoktan tövbekar olmuştur” diyordu Şeytan için.

Dünyayı yazılı olmayan kurallarla yönetiyorlardı. Çünkü bu aşağılık erkeklerin kuralları yazılamayacak kadar kötü, çirkin ve mantıksızdı. Halihazırda geçerliliği olan hala o kokuşmuş köhne sözleşmelerdi. İnsanoğlunun kanıyla yazdığı, eşitlik, barış, adalet getirecek bildirgeleri asla yürürlüğe koymuyor, sadece “göstermelik” olarak vitrinde tutuyorlardı. Hayatı bir oyun gibi görüyor, takımları sağ-sol, siyah-beyaz gibi anlamsız taraflara ayırıp, muhakkak kazanandan yana oluyorlardı.

“Haklı ezilenler”, kendilerini sadece yerel, küçük ve yasal olmayan çatışma örgütleriyle savunuyor, ana akım ise, hala ve hala içten içe çürüyerek kokuşmuş olan saraylardaki tahtlara çöreklenmiş çirkin sülüklerin elinde tutuluyordu.

Tinne eskiden, yani bütün bu çirkinlikler başına gelmeden önce, belli bir denge tutturmuş yaşayıp gidiyordu. Elbet burnuna bu kötü kokular daha önce de geliyordu. Ama kokunun kaynağının, başa çıkabileceğinden çok daha büyük olduğunu anladığı için, kendisinden sadır olan o mis rayihanın içinden çıkıp toplum içine karışmıyordu. Şimdi anlıyordu ki bu pisliği ondan başkası temizleyemez! Sahip olduğu her şeye tasallut olan bu açgözlüler sürüsü, ona, hep bir ağızdan “bizi temizle, bizi yok et” diyorlardı adeta. “Sen bizi yok etmezsen biz sadece seni ve yavrularını değil, bütün dünyayı yutacağız!”

Onun verdiği bu savaş, bütün dünya tarafından seyrediliyordu. Nihayet iyi bir savaşçı bulmuş olan aç gözlü seyirciler bayram ediyordu. Arenada kutlama vardı yani! Hiç kimse şimdiye kadar onun kadar akıllıca, sanatlı ve içinden birçok dersler çıkarılabilecek şekilde savaşmamıştı.

Tinne’ye hayran olan, acıyan, sevdiğini söyleyen, sempati besleyen onca insana sorsanız, onun içinde bulunduğu bu berbat durumun bitmesini asla istemezlerdi. Tinne’yi temsil eden bir takım semboller yaratmışlar, o sembollerin önünde törenler düzenleyip ayinler yapmaya çoktan başlamışlardı. Tinne’nin kuşatıldığı ve taciz edildiği mahallenin kaç numaralı mahalle, kapısının kaç numaralı kapı olduğunu hepsi çok iyi biliyor ama ona yardım emek için en ufak bir girişimde bulunmuyorlardı. Üstelik Tartaryan’ın mahalleye yerleştirdiği izlengeç sistemleri sayesinde hepsi evlerinde oturup çekirdek çitleyerek Tinne’nin ağlayışını, haykırarak beddualar edişini seyrediyorlardı. Tinne’nin ağzından en kızdığı zamanlarda bile öyle güzel, öyle bilgece sözler dökülüyordu ki hemen kağıda kaleme sarılıp o bilgece sözlerden, deyişlerden, şiirler, romanlar üretiyor, enstrümanlarını onu izledikleri ekrana yakın bir yere koyup, bestelerini anında yapıp yakıştırıp, alelacele piyasaya sürüyorlardı.

Aslında için için hepsi Tinne’nin ölmesini bekliyorlardı. Tinne, hayatta ve acılar içinde kıvranıyorken, sanki o çoktan ölmüş gibi davranıp yas tutuyorlar, onlar da acı çekiyor gibi yapıyorlar, hatta kendilerini ona benzetip “Hepimiz Tinne’yiz!” sloganları atarak sahte bir hüzünle dolaşıyorlardı. Tinne öldükten sonra, belki onun adına kurulacak mabette bir rütbe, bir mevki, bir loca kapabilmek umudu taşıyorlardı içlerinde. Tinne’nin yerine geçirecekleri halifeyi çoktan belirlemişlerdi: Tartaryan’ın annesi! Taklit ve yalan ustası olan Kumsal Hanım, Tinne’ce bir bilgelikle ezberlediği sözleri tekrarlayıp duracak, hep olmak istediği Azize’liği böylece tadabilecekti. Buna onay verip yayanlarsa oğlu Tartaryan’ın şerrinden emin olacaklar, bu çirkef yaratığın belasından korunmuş olacaklardı.

Tinne’yi seviyor görünenler onu bir ağaçla sembolize ediyorlardı. Tinne’nin familya adı bir dağ adı olduğu için onu “dağın zirvesinde saklı define” olarak betimliyorlardı. Tinne’nin sözlerini Tartaryan sayesinde an be an dinleyip, kaydediyor, yani riske girmeden güvenli bir şekilde “çalabiliyorlardı.” Böylece yeni dinin kitabını yazıyorlardı bile. Kitap bittiğinde Tinne’nin acıklı öyküsü de bitecekti. Daha önceki bütün bilge kişilere yaptıkları gibi onu da öldürecekler, hayatını da sözlerini de ona en çok acı verenlere, katillerine devrederek sahte bir kutsal ve asil soy oluşturup, işbirlikçi yeni asiller ve azizeler için, yeni saraylar ve yeni mabetler inşa edeceklerdi.

Onun canından çok sevdiği yavrularını yok edecekler, onun çirkin üvey kardeşleri Dalton ve Dalmaçyalıların nesillerinden asil kutsal soy yaratacaklardı. Hayatında bir kez bile görmediği Tartaryan’ı dillere destan bir aşk hikayesinin kahramanı yapılacak, sonra da Tinne’nin doğal koruyucusu ve mirasçısı ilan edeceklerdi.

Bu formül hep böyle yürümüştü. Bilin ki asil olduğu iddia edilen hiçbir soy asla asil değildir. Onlar muhakkak, ulu bir bilge kişinin ölümüne sebebiyet vermiş hasetçi hainlerin soyudur. Bir define vardır ve asil sandıklarınızın ataları ona çöküp gerçek sahiplerini öldürmüşlerdir.

Söz gelimi, son din ustasının gerçek torunları Türk illerine kaçırılmış, ona düşmanlık ve kıskançlıktan başka bir şey yapmamış olan üvey oğulları kutsal soy olduklarını ilan etmişlerdi. Bu hikaye tutsun diye, son din ustasının sözleriyle kutsadığı kızı, kendini yok etmeye zorlanmış, onun çocukları ibretlik bir infazla ortadan kaldırılmıştı.

Tartaryan ellerini ovuşturup duruyordu. “kapıyı kim bekliyorsa çorbayı o içer” diyordu da başka şey demiyordu. Biri gelip de Tinne’ye bir yardımda bulunacak diye ödü kopuyor, sabah akşam kapılara, balkonlara diktiği nöbetçilerle kuş uçurtmuyordu. “Benim hakkım” diyordu naralar atarak! “Pastadaki en büyük pay benim hakkım! Bu felaket kadını burada ben durduruyorum, ona her türlü çelmeyi ben takıyorum! Öyleyse benim hakkım!” Cinnet hali içinde sayıklayıp duruyordu, “kaynağın başını kim tutmuşsa suyu o satar” gibi yeni yeni maniler uyduruyordu. İşbirlikçileri, yani müşterileri de kuşatılmış mahalleden gelecek yeni bilgelik dolu sözler, yeni gerçek acılar, gerçek gözyaşları, yani yeni hikayeler, kilm endüstrisi için yeni malzemeler için seslerini çıkartmıyor, her türlü hikayede Tinne’ye en çok kötülük yapan adamlar olan, uzun ihtiyarla, nonoş Tartaryan’ı, Tinne’nin sevgilisi, eşi, koruyucusu, dostu gibi göstermeye dikkat ediyorlardı.

Tinne sadece evinin penceresinden ve onevizyon ekranından bakarak bile dünyadaki çarkların çirkefliğini, rezaleti görüyor, düşüncelerinde yeni neşriyatı şekillendiriyordu.

Tabi bunu benimle ve sadık çıraklarıyla, sonraları sadık eşi ile de konuştuğu oluyordu. Tartaryan’ın hızlı servis sitemiyle, onun bu fikirleri de hızla satışa sunuluyor, kendi yarattığı bu yeni neşriyatı da sahiplenip aralarında pay ettiklerini onevizyondan izliyor, umutsuzluğa kapılıyor, artık sadece ve sadece bu evreni yaratanın adaletine güvenebileceğini düşünüyordu.

Onun tımarhaneye yatırılması için gerekli bütün tetikleyicileri, Agarikalılarla birlikte ustalıkla organize eden Tartaryan, kilmlerde Tinne’nin kurtarıcısı olarak lanse ediliyor, bu gerçekten Tinne’nin içini iyice acıtıyordu.

Yaşadığı her şeyin çarpıtılarak anlatılışına kendi gözleriyle şahit olmak, şimdiye kadar hiçbir bilgenin başına gelmemişti. Ona ölmüş, sanki yokmuş gibi muamele ediyorlardı. Daha ölmeden sözlerinin kötülere, “kaymak ve saygınlık” kazandırmak için kullanıldığına şahit olmuştu. Yaşantısı an be an, onevizyon seriyallerine ve kinoma kilmlerine konu oluyor, alçak ruhlu erkeklerin yüceltilmesi için gerçeklerin ustalıkla çarpıtıldığına, kendi gözleriyle tanık oluyordu.

Bu hırsızlık bütün bilgelere yapılmıştı. Ama onlar ortadan kaldırıldıktan sonra. Hepsinin sözleri çalınmış, hayatları ve verdikleri mesajlar çarpıtılmıştı.

Saraylarda ikame edilenler, mabetlerde vazifeli olanlarla el ele verip dünyanın kanını emiyorlardı. Bunu bir süre daha yapabilmek için onlara yeni etkileyici ve anlamlı sözler, yeni hikayeler lazımdı. Kinoma endüstrisinin de bir saniye bile durmadan, gece gündüz çalışarak, dünyayı uyutabilmesi ve kandırabilmesi şarttı.

O yüzden Tinne’den vazgeçemiyor, Tinne’ye bir lokma su bile vermeden, onun işkencecisi Tartaryan vesilesiyle, ihtiyaçları olan ne varsa, kolayca elde ediyorlardı.

Önceki Sayfa  Sonraki Sayfa

Defne Ilgaz, Rıfat Ilgaz, Afet Ilgaz, Absürd, Absürt, Mizah, Otobiyografi, Eğlenceli yazılar, Gülmece, Hiciv, Taşlama, Edebiyat, Roman, Deneme, Şiir, Tinne, Saçmalardan Seçmeler, Saçma, Acaip, Acayip, Acayip Dünya, Kadın, Komik, Komik kadın, Gülmece Güldürmece, Sıra Dışı, Fantastik,İlyas Temel şafak, Defne Ilgaz, Necati şaşmaz, Kurtlar Vadisi, Polat Alemdar, sahte Mehdi, adnan Oktar, İbrahim kalın, CIA, FBI, MOSSAD, Üçüncü Dünya Savaşı, necaaattii, ibne, godoş, orospu çocukları, sahil şaşmaz, abdülkadir şaşmaz, recai şaşmaz, zübeyr şaşmaz, panafilm, tayyar baba, elazığ, bkm, yılmaz erdoğan, güldür güldür, ali sunal, aydın ılgaz, mason biraderler, tapınak, ritüel, ayin, gizem, ezoterizm

 

 

 

 

 

 

– 28 – Oynülen De Kör Arabım!

OYNÜLEN DE KÖR ARABIM!

Şibli adında bir sufi varmış. Allah ile gönülden sohbet halindeyken kapısı çalmış. Yârim ile muhabbetimi bozan kimdir, diye hışımla kalkmış yerinden. Sonra Allah’ından korkmuş. Burası dünya, bunlar da Allah dostları olabilir, diyerek derin bir nefes alıp seslenmiş kapıya doğru:

“Kimsiniz, ey vakt-i kerahatte kapıma  gelenler!” 

“Dostuz dost” demiş bir ağızdan, vakitsiz ziyaretçiler. Sufi kapıyı açtığı gibi taşa tutmuş gelenleri. Onlar da kaçıp gitmişler tabi.

“He hey, demiş” eren arkalarından bakarak, “dosttunuz de mi, siz onu benim külahıma anlatın!”

Tinne, kimsecikleri taşlamasa da sadece gerçekleri anlatarak kurtuluvermiş hepsinden. Hele o Kurtulmuş adlı canlılar yok mu, onlar en erken sıvışanlar olmuş.

Çalışıp para kazanmak, çocuklarına bakmak, evini temizlemek derdi içinde, telaşlı ve yorucu bir hayatı olan Tinne, bu Kurtulmuş canlılarını kendi sokmamış hayatına oysa. Tinne’nin şifacılığını (üstelik Vagna’dan) duyan Kurtulmuş annesi, tam anlamıyla dadanmışmış Tinne’ye. Tinne, çocuklarına ayırması gereken tek dinlence gününü Kurtulmuş annesine şifacılık yapmakla geçiriyormuş.

Savaş başlamadan önceki o acı günlerde, Vagna’nın Tinne’yi cezalandırmaya karar vermesiyle, dilfon yayınlarına başlaması bir olmuş. İlk işi Kurtulmuş canlılarını arayıp “Tinne delirdi, üstelik fularını çıkartıp kötü yola düştü, sakın onu evinize almayın, asla yardım elinizi uzatmayın” demek olmuş.

Aslında Vagna’nın içtiği ant aynen şöyleymiş: “Ona verdiğim her şeyi geri alacağım!”

Tinne’yi Kurtulmuş annesiyle tanıştıran kendisi olduğuna göre bu ilişkiyi bozma hakkı da onunmuş doğal olarak. Hatta yaşama hakkı da geri almak istedikleri arasındaymış artık.

Hatırlarsanız Tinne, savaşmaya fularını çıkararak başlamıştı. Bu eylemi, “Kurtulmuşlardan kurtulmak için” çok faydalı oldu.

Bir vapur yolculuğu esnasında, güvertede, Kurtulmuş annesine yaşadıklarını anlattıktan sonra, çantasından rujunu çıkartıp bir güzel sürmüş Tinne.

Böylece Kurtulmuşlar Tinne’nin delirdiğine yüzde yüz emin olmuşlar.

Daha dün valiya olduğuna inandıkları, her işlerini danıştıkları insan kadının, ahlaksız, aklını oynatmış bir kötü kadına dönüştüğüne çabucak ikna olmuşlar.

Kocası da kendisi de, Angoralı genç pıhın onevizyon ünlüsü mübarek büyük oğullarının böylesi bir ahlaksızlık (takip ve taciz) yapacağına zerre kadar ihtimal vermemişler.

Penceresinden Dolmabahçe Sarayı görünen beyaz köşkün, kısacık boylu sakinlerinin bu tür bir terbiyesizliğe bulaşabileceklerine ihtimal vermek şöyle dursun, Kurtulmuşlar kendi aralarında -yerlerde yatıp yuvarlanarak- kahkahalarla gülüşmüşler.

O ipek örtüler dolayan, ekruli salonların hanımefendisinin, Kenar Doğu’nun müstakbel mesihi olan oğulcuğu böyle bir şey mi yapacakmış yani? Üstelik Tinne gibi dul ve çocuklu bir kadın için? Böyle bir absürt hikâyeye anca gülünür ve – ayıp olmasın diye de- Tinne’ye acınırdı. Hem de tam bir tiksintiyle.

Tinne’yi burunlarını sildikleri bir mendil gibi atıverdiler. Kendilerine yol gösteren, her sabah erkenden arayıp rüyalarını yorumlattıkları, her işlerini danıştıkları, bol bol duasını aldıkları sevgili kardeşleri Tinne’yi.

İşin aslı neydi biliyor musunuz? Vagna’nın Tinne’nin ölmesi için her şeyi yaptığını göremeyecek kadar korkaktılar Kurtulmuşlar.

Bakın, sadece cesur insanlar gerçekleri görebilir, onlarla yüzleşebilir. Bu dünyanın gerçekleri, sadece gerçek savaşçıların ulaşabileceği yerlere gizlenmiştir. Gördüğüyle kifayet etmek, her duyduğu dedikoduya inanmak, şu meşhur titrek-ürkeklerin işidir.

Çok savaşmış insanlar herkesle oturup yemek yiyebilir. Herkesle oturup sohbet edebilir. Korkusuzca her evde misafir olup uyuyabilir. Bütün bunlar cesur insanlara özgü hareketlerdir. Başkalarının dediğiyle değil, kendi bildikleriyle hareket eder onlar. Ayrıca yiğitler birbirini bir bakışta tanır. Her orduda böyle yiğitler bulunur.

Amr Bin Vüd böyle bir herifmiş mesela. Bu herif-i nâşerif, Ali’yle düello için öne çıkmış. Hendeğin üstünden atıyla uçup, karşı tarafa konduğu bile söylenir.

Savaşçılıkta mahir olmak, sandığınız kadar önemli değil, yiğitlik önemli.

Tinne’nin çok sevgili arkadaşı Miryım’ın (Asıl adı Nurfer’di ama Tinne onun önceki isminin bu olduğunu mezarlık arkadaşlarından öğrenmişti) babası böyle bir olaya, hakemliğe gitmişti mesela. Size anlatayım.

Allah’ını pek bilen Tek-Dir sanayinin sahibinin üç karısı varmış. Adamla anlaşmazlığa düşen bir müşterisi, adamın karılarından birini rehin almış.

Hakemliğe, Miryım’ın babası Kılıç amcayı çağırmışlar. Silahsız gitmiş Kılıç amca onca silahlı adamın arasına. “Ulan zerzevatlar”, demiş, “biz gomanizlerle birbirimizi vururken, hepimizin evini bilirlerdi de, o dinsizler bile hiç böyle bir işe kalkışmadı. Yazıklar olsun sizin kalıbınıza!” deyip, bir güzel çözmüş işi.

Kılıç amcanın verdiği dersi anlıyor musunuz? Ne demek istediğini yani? Allah insana düşmanın da merdini, namuslusunu, yiğidini versin.

Böyle işte, Tinnecik nice faydasının dokunduğu, nice insanlardan bir çırpıda kurtuluvermiş.

Sevgili Miryım ve babası asla Tinne’yi üzecek bir şey yapmamışlar.

Yiğitler, kötülüğün nasıl delice bir şey olduğunu bilirler. Kötülük normal bir şey değildir, normal yollardan yapılmaz. Bütün kötüler maske takarlar. Gece evinize giren hırsızlar gibi. Çok sayıda kötü ve kötülük görmüş savaşçılar bu yüzden hiçbir hikâyeye şaşırmaz. Dertliler, tuzağa düşürülmüş biçareler hep onların kapısını çalar. “İnsan, kapısını korkmadan çaldığındır” demiş ya son Tin Ustası, işte bu yüzden demiş.

Derdim var, diyen birini, üstelik eskiden tanıdığın, hukukun olan birini, oturup uzun uzun tartmak yerine, derdine derman olmak için hemen harekete geçmen gerekir.

Türk, atına eyersiz ve eğersiz atlayan adama denir, demiştik.

Hendek savaşçısı Amr, böyle yaman bir herifmiş. Düşünmeyen, uzun uzadıya ölçüp biçmeyen. Onun atını bile hala konuşurlar. Keramet atta değil, atlayanda!

Yaman olmak yetmez, yiğit de olacaksın!

Vak’ar herkeste olan bir şey değil, dostlar. Her dilde olan bir kelime de değildir zaten vak’ar. Nerede ne yapacağını bilen adama yiğit, nasıl yapacağını bilen adama da yaman denir. Yiğitler vakur olur. Onları oradan tanırsın. Saklanmaz onlar. Ne saklayacak bir şeyleri vardır, ne de kimseden korkuları. Her kapıdan korkmadan girerler. Anlarlar, dinlerler, sayarlar, saygı görürler, kendilerini saydırmayı da çok iyi bilirler. Kılıç amca misali.

Bütün bunlardan bihaber olan adamın altına nasıl binek verirsen ver, bir halta yaramaz. Eyeri ister altından olsun ister gümüşten. Yularını kapan, istediği yere götürür böylesini.

Önceki Sayfa  Sonraki Sayfa

 

 

Defne Ilgaz, Rıfat Ilgaz, Afet Ilgaz, Absürd, Absürt, Mizah, Otobiyografi, Eğlenceli yazılar, Gülmece, Hiciv, Taşlama, Edebiyat, Roman, Deneme, Şiir, Tinne, Saçmalardan Seçmeler, Saçma,Acaip, Acayip, Acayip Dünya, Kadın, Komik, Komik kadın, Gülmece Güldürmece, Sıra Dışı, Fantastik