– 28 – Oynülen De Kör Arabım!

OYNÜLEN DE KÖR ARABIM!

Şibli adında bir sufi varmış. Allah ile gönülden sohbet halindeyken kapısı çalmış. Yârim ile muhabbetimi bozan kimdir, diye hışımla kalkmış yerinden. Sonra Allah’ından korkmuş. Burası dünya, bunlar da Allah dostları olabilir, diyerek derin bir nefes alıp seslenmiş kapıya doğru:

“Kimsiniz, ey vakt-i kerahatte kapıma  gelenler!” 

“Dostuz dost” demiş bir ağızdan, vakitsiz ziyaretçiler. Sufi kapıyı açtığı gibi taşa tutmuş gelenleri. Onlar da kaçıp gitmişler tabi.

“He hey, demiş” eren arkalarından bakarak, “dosttunuz de mi, siz onu benim külahıma anlatın!”

Tinne, kimsecikleri taşlamasa da sadece gerçekleri anlatarak kurtuluvermiş hepsinden. Hele o Kurtulmuş adlı canlılar yok mu, onlar en erken sıvışanlar olmuş.

Çalışıp para kazanmak, çocuklarına bakmak, evini temizlemek derdi içinde, telaşlı ve yorucu bir hayatı olan Tinne, bu Kurtulmuş canlılarını kendi sokmamış hayatına oysa. Tinne’nin şifacılığını (üstelik Vagna’dan) duyan Kurtulmuş annesi, tam anlamıyla dadanmışmış Tinne’ye. Tinne, çocuklarına ayırması gereken tek dinlence gününü Kurtulmuş annesine şifacılık yapmakla geçiriyormuş.

Savaş başlamadan önceki o acı günlerde, Vagna’nın Tinne’yi cezalandırmaya karar vermesiyle, dilfon yayınlarına başlaması bir olmuş. İlk işi Kurtulmuş canlılarını arayıp “Tinne delirdi, üstelik fularını çıkartıp kötü yola düştü, sakın onu evinize almayın, asla yardım elinizi uzatmayın” demek olmuş.

Aslında Vagna’nın içtiği ant aynen şöyleymiş: “Ona verdiğim her şeyi geri alacağım!”

Tinne’yi Kurtulmuş annesiyle tanıştıran kendisi olduğuna göre bu ilişkiyi bozma hakkı da onunmuş doğal olarak. Hatta yaşama hakkı da geri almak istedikleri arasındaymış artık.

Hatırlarsanız Tinne, savaşmaya fularını çıkararak başlamıştı. Bu eylemi, “Kurtulmuşlardan kurtulmak için” çok faydalı oldu.

Bir vapur yolculuğu esnasında, güvertede, Kurtulmuş annesine yaşadıklarını anlattıktan sonra, çantasından rujunu çıkartıp bir güzel sürmüş Tinne.

Böylece Kurtulmuşlar Tinne’nin delirdiğine yüzde yüz emin olmuşlar.

Daha dün valiya olduğuna inandıkları, her işlerini danıştıkları insan kadının, ahlaksız, aklını oynatmış bir kötü kadına dönüştüğüne çabucak ikna olmuşlar.

Kocası da kendisi de, Angoralı genç pıhın onevizyon ünlüsü mübarek büyük oğullarının böylesi bir ahlaksızlık (takip ve taciz) yapacağına zerre kadar ihtimal vermemişler.

Penceresinden Dolmabahçe Sarayı görünen beyaz köşkün, kısacık boylu sakinlerinin bu tür bir terbiyesizliğe bulaşabileceklerine ihtimal vermek şöyle dursun, Kurtulmuşlar kendi aralarında -yerlerde yatıp yuvarlanarak- kahkahalarla gülüşmüşler.

O ipek örtüler dolayan, ekruli salonların hanımefendisinin, Kenar Doğu’nun müstakbel mesihi olan oğulcuğu böyle bir şey mi yapacakmış yani? Üstelik Tinne gibi dul ve çocuklu bir kadın için? Böyle bir absürt hikâyeye anca gülünür ve – ayıp olmasın diye de- Tinne’ye acınırdı. Hem de tam bir tiksintiyle.

Tinne’yi burunlarını sildikleri bir mendil gibi atıverdiler. Kendilerine yol gösteren, her sabah erkenden arayıp rüyalarını yorumlattıkları, her işlerini danıştıkları, bol bol duasını aldıkları sevgili kardeşleri Tinne’yi.

İşin aslı neydi biliyor musunuz? Vagna’nın Tinne’nin ölmesi için her şeyi yaptığını göremeyecek kadar korkaktılar Kurtulmuşlar.

Bakın, sadece cesur insanlar gerçekleri görebilir, onlarla yüzleşebilir. Bu dünyanın gerçekleri, sadece gerçek savaşçıların ulaşabileceği yerlere gizlenmiştir. Gördüğüyle kifayet etmek, her duyduğu dedikoduya inanmak, şu meşhur titrek-ürkeklerin işidir.

Çok savaşmış insanlar herkesle oturup yemek yiyebilir. Herkesle oturup sohbet edebilir. Korkusuzca her evde misafir olup uyuyabilir. Bütün bunlar cesur insanlara özgü hareketlerdir. Başkalarının dediğiyle değil, kendi bildikleriyle hareket eder onlar. Ayrıca yiğitler birbirini bir bakışta tanır. Her orduda böyle yiğitler bulunur.

Amr Bin Vüd böyle bir herifmiş mesela. Bu herif-i nâşerif, Ali’yle düello için öne çıkmış. Hendeğin üstünden atıyla uçup, karşı tarafa konduğu bile söylenir.

Savaşçılıkta mahir olmak, sandığınız kadar önemli değil, yiğitlik önemli.

Tinne’nin çok sevgili arkadaşı Miryım’ın (Asıl adı Nurfer’di ama Tinne onun önceki isminin bu olduğunu mezarlık arkadaşlarından öğrenmişti) babası böyle bir olaya, hakemliğe gitmişti mesela. Size anlatayım.

Allah’ını pek bilen Tek-Dir sanayinin sahibinin üç karısı varmış. Adamla anlaşmazlığa düşen bir müşterisi, adamın karılarından birini rehin almış.

Hakemliğe, Miryım’ın babası Kılıç amcayı çağırmışlar. Silahsız gitmiş Kılıç amca onca silahlı adamın arasına. “Ulan zerzevatlar”, demiş, “biz gomanizlerle birbirimizi vururken, hepimizin evini bilirlerdi de, o dinsizler bile hiç böyle bir işe kalkışmadı. Yazıklar olsun sizin kalıbınıza!” deyip, bir güzel çözmüş işi.

Kılıç amcanın verdiği dersi anlıyor musunuz? Ne demek istediğini yani? Allah insana düşmanın da merdini, namuslusunu, yiğidini versin.

Böyle işte, Tinnecik nice faydasının dokunduğu, nice insanlardan bir çırpıda kurtuluvermiş.

Sevgili Miryım ve babası asla Tinne’yi üzecek bir şey yapmamışlar.

Yiğitler, kötülüğün nasıl delice bir şey olduğunu bilirler. Kötülük normal bir şey değildir, normal yollardan yapılmaz. Bütün kötüler maske takarlar. Gece evinize giren hırsızlar gibi. Çok sayıda kötü ve kötülük görmüş savaşçılar bu yüzden hiçbir hikâyeye şaşırmaz. Dertliler, tuzağa düşürülmüş biçareler hep onların kapısını çalar. “İnsan, kapısını korkmadan çaldığındır” demiş ya son Tin Ustası, işte bu yüzden demiş.

Derdim var, diyen birini, üstelik eskiden tanıdığın, hukukun olan birini, oturup uzun uzun tartmak yerine, derdine derman olmak için hemen harekete geçmen gerekir.

Türk, atına eyersiz ve eğersiz atlayan adama denir, demiştik.

Hendek savaşçısı Amr, böyle yaman bir herifmiş. Düşünmeyen, uzun uzadıya ölçüp biçmeyen. Onun atını bile hala konuşurlar. Keramet atta değil, atlayanda!

Yaman olmak yetmez, yiğit de olacaksın!

Vak’ar herkeste olan bir şey değil, dostlar. Her dilde olan bir kelime de değildir zaten vak’ar. Nerede ne yapacağını bilen adama yiğit, nasıl yapacağını bilen adama da yaman denir. Yiğitler vakur olur. Onları oradan tanırsın. Saklanmaz onlar. Ne saklayacak bir şeyleri vardır, ne de kimseden korkuları. Her kapıdan korkmadan girerler. Anlarlar, dinlerler, sayarlar, saygı görürler, kendilerini saydırmayı da çok iyi bilirler. Kılıç amca misali.

Bütün bunlardan bihaber olan adamın altına nasıl binek verirsen ver, bir halta yaramaz. Eyeri ister altından olsun ister gümüşten. Yularını kapan, istediği yere götürür böylesini.

Önceki Sayfa  Sonraki Sayfa

 

 

Defne Ilgaz, Rıfat Ilgaz, Afet Ilgaz, Absürd, Absürt, Mizah, Otobiyografi, Eğlenceli yazılar, Gülmece, Hiciv, Taşlama, Edebiyat, Roman, Deneme, Şiir, Tinne, Saçmalardan Seçmeler, Saçma,Acaip, Acayip, Acayip Dünya, Kadın, Komik, Komik kadın, Gülmece Güldürmece, Sıra Dışı, Fantastik

– 27 – Kurtulmuşlar

KURTULMUŞLAR

İlk kurşunu atmadan önce çok düşündü Tinne.

Nereye nişan almalıydı?

Askerlikte en önemli şey hedefi onikiden vurabilmek miydi?

Bu kadar basit olamazdı.

Tinne, askerlik her şeyden önce doğru tarafta olmaktır, derdi. “Ondan sonra da doğru yere nişan almak gelir.”

Doğru taraf “hak”kın, haklının tarafıdır. Doğru hedef ise dünyada bulunmaması gereken kim varsa odur. O kadar çok iyi taklidi yapan kötü, güzel görünümlü çirkin, namuslu namussuz, mağdur zalim görmüştü ki keskin nişancılığın, hedefi doğru saptamaktan başlaması gerektiğini savunur olmuştu.

O, tek başına orduydu. Emir veren de kendisiydi emri uygulayan da.

Tımar-evine kendi ayaklarıyla, tıpış tıpış gitmesinin nedeni buydu. Dost görünümlü hainleri saptamak. Mübarek vasıflı lanetlenmişleri bulmak.

Aşık taklidi yaparak oyuna girmeye çalışan biri varsa maşuk taklidi yaparak onu oyuna almalısın. Oynasın bakalım rolünü! Madem spotların altında, sorgudaki tutuklu gibiydi. Işıkların altında onu tek başına dans ettirip yuhalamaya hazırlanan ne kadar oyun kurucu varsa, hepsini tek tek bulunduğu yere çekmeyi başarmalıydı.

Nitekim yaptı da. Etrafındaki herkesin kiralık oyuncular olduğunu hemen anlamıştı. Burada para eden kendisiydi ve oyundu. Geri kalanların bir kalemde çöpe atılabileceğini biliyordu. Onların gerçek yüzlerini ortaya çıkartabilirse, bu oyuna para yatıran “seyirciler”in tadı kaçacaktı ve onları bir daha asla ortalıkta görmek istemeyecekti. Ayrıca “yürütücüler” oyundaki kişilerle kendi aralarındaki bağlantının ortaya çıkmasını elbette istemezlerdi. Böylesine insanlık dışı, alçakça ve hiçbir gezegende ahlaki bulunmayacak bir oyunun katılımcısı olarak bilinmeyi kim isterdi?

Siyah kısa kollu formalar giyen bir takım sahne insanları burunları havada gezebiliyorlarsa, bu oyunun şakşakçısı oldukları içindi. O kadar büyük, o kadar büyük bir oyundu ki bu, Tinne’nin burnunu silip attığı mendilini bile yerden alıp götürüp “katılımcılara” satıyorlardı.

Tinne o yüzden peşindeki bu “oyuncu” kitleye “dev sümüklü böcekler” adını takmıştı. Hepsi bu dünyada iz bırakmak istiyor ama kendi özgün sözlerini bulamadıkları için Tinne’nin hayatından, Tinne’nin bilgeliğinden beslenmeye, daha doğrusu çalmaya uğraşıyorlardı.

Tinne çok kısa zamanda, tabi yaptığı deneyler sayesinde, yaşadığı ülkedeki tebaanın birbiriyle çok hızlı bir yöntem kullanarak haberleştiğini çözmüştü. Çünkü, takip edildiğini anlayınca, şehir içi ve şehir dışı ani ve habersizce seyahatler düzenlemiş, nereye ve nasıl giderse gitsin takip edenlerin her an her yerde olabildiklerini görmüştü. Anlık, spontane yer değiştirmelerinde bile bu durum değişmemişti.

Elde ettiği sonuçlar şunlardı:

“Bunlar birbirleriyle haberleşiyorlar.”

“Her yerdeler.”

“Çok kalabalıklar.”

Büyük bir örgütle karşı karşıya olduğundan emindi. Onların global bir patronları olduğundan da.

Dilfon! dedi, yüksek sesle, bir sabah sınırda bir otelde kahvaltı ederken. Karşısında Ağrı Dağı vardı. 

Herkeste olan haberleşme aracı dilfondu. Kimsenin bilmediği özel bir uygulama kullanıyor olmalılardı.

Bunu kullanabilmek için de polisin göz yumması gerekliydi.

Onunla ortada sıçan oynadıkları, delirterek öldürmeye karar verdikleri çok açıktı.

Önce çocuklarımı sağlama almalıyım, dedi.

Yakın ya da uzak bütün dostlarını, tanıdıklarını bir şekilde kendinden uzaklaştırdı. Bunun için deli taklidi yapmak en kolay yoldu.

Deli taklidine başlamadan önce kurtulmuşları götürüp sarayın bahçesine bırakmalıydı. Kurtulmuşlar onu en sık arayan, evine gelen, üstelik de çok meraklı insanlardı. Bu işler onların küçük akıllarının alabileceği işler değildi. Düşündü, bu canlıların en çok istedikleri neydi? Saray! Hemen, onlara saraya giden yolu açtı: Kurtulmuş abinin ve kurtulmuş ablanın ellerinden tutup Tartaryanların köşküne götürdü. Kumsal Hanım’ın özenli misafirperverliğiyle karşılandılar. Kurtulmuşlar her şeye hayran oldular. Ekru oda takımına, ipek fularlara, köşkün önünden akan cennet ırmaklarına, bahçedeki fıskiyelere, kapının girişinde duran ağzında ampul yanan aslan heykellerine.

Kısaca mest oldular.

Tinne “bunlar da tamam” dedi, oradan çıkarken. Aklındaki yapılacaklar listesinden bir işin daha üzerini çizmişti.

Önceki Sayfa  Sonraki Sayfa

 

Defne Ilgaz, Rıfat Ilgaz, Afet Ilgaz, Absürd, Absürt, Mizah, Otobiyografi, Eğlenceli yazılar, Gülmece, Hiciv, Taşlama, Edebiyat, Roman, Deneme, Şiir, Tinne, Saçmalardan Seçmeler, Saçma,Acaip, Acayip, Acayip Dünya, Kadın, Komik, Komik kadın, Gülmece Güldürmece, Sıra Dışı, Fantastik

– 26 – İlk Kurşun

İLK KURŞUN

Tinne için zor günler başka zor günlere dönüşüp duruyordu. Zorluklar artarak büyüyerek geliyordu üzerine.

Artık evinde bile rahat yoktu ona. Gözler her yerdeydi. Balkona çıktığında muhakkak nöbetçilerle karşılaşıyordu. Kel, bıyıklı, orta yaşlı, sert bakışlı adamlar ya da yaşlı bekçiler oturtuluyordu tam karşısına. Buna göz dağı vermek deniyordu, psikolojik baskı deniyordu, delirtme operasyonu deniyordu. Sabit bakışlarla bakan çapulcu tipli adamlar, her daim peşindeydi artık. Vapurda karşısına oturuyor, sokağın başında ve sonunda dikilip, Tinne yanlarından geçerken hakkında çok şey bildiklerini ima eden sözler duyuruyorlardı ona.

Bu kadarla kalmıyordu yaşadığı tuhaflıklar. Ne yaşıyorsa o sırada onevizyondaki karakterler de onu yaşıyordu. Bu çıldırtıcı evren Tinne için azap dolu olmalıydı ama o görevinin bilincinde bir asker gibi davranıyor, hiç ağlayıp sızlamıyordu.

Bir takım deneyler yaparak anlamaya çalışıyordu etrafında olan bitenleri. Mesela, balkona çıkıp elini kaldırdığında onevizyondaki kadınlar da elini kaldırıyordu. Sandalyeye ters oturunca onlar da ters oturuyorlardı. Dil çıkarınca onevizyondaki kızlar da dil çıkarıyordu.

Agarika’dan yayın yapan bu şebekeler Tinne’ye çok şey anlatıyordu. Aslında ülke ya da sınır diye bir şey olmadığını, zalimlerin istedikleri her yere kolayca girebileceklerini, dünyanın çeşitli yerlerindeki beyaz saraylarda oturanların aslında aynı ekmeği paylaşan kardeşler olduğunu çok geçmeden anlamıştı.

Tinne’nin onlar için bir tehdit olduğu apaçık ortadaydı. Kendisini değersiz hissetmesi için ellerinden geleni yapıyorlardı ama böylesine büyük bir orduyla tek başına savaşmak zorunda olduğu için gurur duyuyor, kendini kâinatın sahibine daha da yakın hissediyordu.

Salyangoz sürülerine çobanlık yapıp eliyle zargana yakaladığı günlerden çok farklı olmadığını telkin etti kendisine. Öyleyse, konuşursam beni dinlerler dedi ve konuşmaya başladı.

“Belli ki bir şeyi merak ediyorsunuz. Ben size o merak ettiğiniz şeyi anlatabilirim. Belli ki size kilmleriniz, şarkılarınız için malzeme lazım, ben size istediğiniz kadar masal, hikâye anlatabilirim.”

İlk sözleri bunlar oldu. Bütün dünyanın susup onu dinlediğini anladığında, aslında ne kadar uzun zamandır sessiz kaldığını fark etti.

Kapısında bekleyen adamların kılığından, kıyafetinden, görgüsüzlüklerinden, tiplerinden onların hangi köyden olduklarını çıkarmak Tinne için hiç zor olmadı. Sahip oldukları imkanlardan hangi işleri yapıyor olabileceklerini de tahmin etti. Bakışlarındaki asabiyetten, hoşgörüsüzlük ve önyargıdan dünya görüşlerini saptadı.

Tam da o günlerde Kumsal Hanım onu aradı. Ziyarete geleceğini söyledi. Tinne, Maes ve Tinne’nin -hain olmayan- hamarat çırakları, onu ellerinden geldiğince iyi ağırladılar. Kumsal Hanım gelirken yanında çikolata da getirmişti. “Bana kız bakmanı istiyorum senden” dedi Kumsal Hanım. Çünkü Tinne’nin birçok kız öğrencisi vardı. (Vagna bazılarını dilfonuyla arayıp sakın Tinne’ye derse gelmeyin, artık o çok kötü biri, demesine rağmen.)

Tinne, nasıl bir kız isterdiniz, diye sordu.

Uzun, dedi, Kumsal.

Tinne duraksadı.. Kumsal Hanım’ın oğulları kısaydı çünkü.

Nesil uzun olsun, diye açıkladı Kumsal Hanım ellerini yukarıya doğru kaldırarak.

Ne kadar moşistçe bir yaklaşım, diye geçirdi içinden Tinne.

Fularsız olsun diye devam etti. Oysa kendisi fularlıydı.

Enstrüman çalsın, diye ekledi.

Tinne anlamaya çalışıyordu.

Tıp bitirmiş olsun.

Kurtulmuş ablamın kurtulmuş kızı tam da istediğiniz gibi ama o fularsız asla çıkmaz, diye elinden geleni yapmış oldu Tinne. Hangi oğlunuza bakıyordunuz, diye vazifeperverlikle sordu. Onu söyleyemem, dedi Kumsal Hanım haşhaşlı böreği çok sevmiş görünerek. Bir tane daha rica etti peşi sıra. Maes seve seve getirdi, çünkü o yapıp fırına atmıştı.

Bütün bunlar savaş başlamadan önce olmuştu. Tinne ilk kurşunu atmadan hemen önce. Henüz saflar netleşmemişti. Tinne henüz, bakıcı kellerle, nöbetçi ihtiyarların, çöp tenekesinin yanında dikilen tirit delikanlılarla, uçuşan mavi helikopterin ne anlama geldiğini araştırmaktaydı. Onevizyondaki kâğıttan bebeklerle, kukla siyasetçilerin, niye taklitçilikten geçindiklerini de bulmaya çalışıyordu.

Kumsal Hanım’ın büyük oğlu kâğıttan bebeklere özenmişti. Burnunu kıstırtıp, çenesini ovalatmıştı. Gözlerini çektirdiğini söyleyenler bile vardı. Agarika’nın en usta cerrahlarına teslim etmişlerdi onu. Onu cerrahlara teslim edenlerin de Agarika’nın gizli adanları olduğu dedikodusu ayyuka çıkmıştı. Ülkede herkes birbirine soruyordu, Anadolu’nun doğusunda doğmuş pıh çocuğunda Agarika’nın tastortu ne arıyordu, bu adam madem Agarika’lı bir iş adamı olmuştu da şimdi niye süperstar hajda olmak istiyordu? Kimse bu soruların cevabını bir türlü bulamıyordu.

Tinne, bütün bu deli soruların yanıtlarını tek tek bulacaktı. Bu kadar fazla bilinmeyeni olan bir denklemi çözmek için belki kapanda peynir olması gerekecekti ama eninde sonunda bütün soruların cevaplarını muhakkak bulacaktı.

Sorarım size Tartaryan mesih olabilir mi? Hep birlikte haaa yıııırrr, diyorsunuz, gayet iyi duyabiliyorum. Ama beyazlı sarayların sakinleri, onun gökten inebileceğine ve üstelik bütün dünyayı bu illüzyona inandırabileceğine kendileri bile inanmışlardı.

Aslında ışıkların altında olan Tinne’ydi. Bütün gözler ve kulaklar Tinne’ye çevrilmişti. Kumsal Hanım’ın oğlu orası burası yontulmuş zavallı bir kuklaydı. Sadece kendi küçük köyünün tiritlerini peşine takıp, Kestanbol sokaklarında düdük öttürebilirdi.

Bakın, inanın bana, Tinne ilk kurşunu atmadan önce hepsini tek tek uyarmıştı.

Vagna’ya illa birilerine biat etmek istiyorsan bana biat et, dedi. Ben onların hepsinden iyiyim.

Karadümbüklülerin Reisine, postu bırak dedi. Çünkü oraya layık değilsin!

Tartaryan’a da hemen köyüne dönmesini söyledi.

Kurtulmuşlara, en iyisi siz gidin sarayın paspasçısı olun, dedi. O zaman istediğiniz her şeye kavuşacaksınız!

Onun dediklerini dinleyenler gerçekten de istediklerine sahip oldular. Tinne, ilk kurşunu atmadan önce istediklerini vererek herkesi gönderdi. Uyaracaklarını da uyardı.

Bu süreçte onunla alay edip eğlendiler.

Önceki Sayfa  Sonraki Sayfa

Defne Ilgaz, Rıfat Ilgaz, Afet Ilgaz, Absürd, Absürt, Mizah, Otobiyografi, Eğlenceli yazılar, Gülmece, Hiciv, Taşlama, Edebiyat, Roman, Deneme, Şiir, Tinne, Saçmalardan Seçmeler, Saçma,Acaip, Acayip, Acayip Dünya, Kadın, Komik, Komik kadın, Gülmece Güldürmece, Sıra Dışı, Fantastik