– 48 – “EĞLENCELİ A4’LER”

– 48 – “EĞLENCELİ A4’LER”

“Beni oyundan çıkaramazsınız!” diye ter ter tepiniyordu Tartaryan.

Yıllar sonra önüne gelen deşifrasyonları okurken Tinne’nin en eğlendiği kısım bu olacaktı: “Tartaryan’ın İşten Kovulması.”

“Onun ipleri benim elimde! Onu kimse benim kadar iyi tanımıyor. Etrafındaki herkesi ele geçirdim. Bana biraz daha süre verin, bu sefer işini bitireceğim.”

“Seni öldürmek zorunda kalabiliriz” dedi, Corc, artık Türklerin dilini konuşabiliyordu. Türkeli’ne kurdukları sisteme güvenleri kalmamıştı. Bu dengesiz, hastalıklı tuhaf adamla işler istedikleri gibi gitmiyordu. İşi bizzat yönetmeleri gerektiğine iyice emin olmuşlardı. Ayrıca Tinne çok iyi bir öğretmendi, Salyangozlar grubunu yetiştiriyor, onların ufuklarını açıyordu. Türkeli’ndeki polisler takip ettikleri hedefin bir gün kendilerini yetiştireceklerini kırk yıl düşünseler tahmin edemezlerdi.

“Senden istenenin ne olduğunu iyice unuttun! Biz senden ona zarar vermeni istememiştik.”

“Ama bunu isteyenler var.”

“Biz onlar değiliz. Aynı anda birden fazla yere hizmet veremezsin. Kadın artık seninle dalga geçiyor, tabi bizimle de. Bütün yöntem ve araçlarını anladı. Biz onu değil o bizi parmağında oynatıyor.”

Corc bir dakikalığına sustu. Hayret edilecek şekilde Tartaryan da. Aslında söylenecek her şey bitmişti. Tartaryan’ın beceriksizliği bütün ekibe zarar vermekle kalmıyor, Türk ilindekileri de derinden sarsan sonuçlara sebebiyet veriyordu. Ama Tartaryan’a tek umutları gibi çaresizce yapışmış olan Evropalı ve Agarikalı Yarasagiller hala ona para yatırmaya devam ediyordu. Aslında onlar da biliyordu, Tartaryan’ın asla kazanamayacağını ve onlara da kaybettireceğini ama sadistçe Tinne’ye saldırdıkça saldırıyor, Tinne’nin verdiği her karşılıkta da mazoistçe zevk alıyor, keyiften sarhoş oluyor, ömürleri boyunca aradıkları acıyı, tehlikeyi bulduklarını düşünüyorlardı.

Tinne’nin karşısında herkes havlu atmıştı. Ne kandırılabiliyor, ne tuzağa düşüyordu artık. Kanmamakla kalmıyor, onlara casusluk ve manipülasyondaki hatalarının neler olduğu hakkında detaylı dersler veriyordu. “Ülkemin polislerinin bu halde olmasına çok üzülüyorum” diyerek bir de acıma ifadesi takınmıyordu yüzüne, şeflerini amirlerini deli ediyordu Tinne’nin bu tavırları. Ama gerçekten salakça bir sadakatle Tinne’nin dediklerini harfiyen yapıyor, ondan öğrendiklerini cakalı cakalı “satabilecekleri” yeni istihbarat okulları açıyorlardı.

Türk ilinde olan bütün bu hayret verici gelişmeleri Mersomnesliler bile şaşkınlıkla izliyor, ufak ufak Türk ili yöneticileriyle mesafeyi açıp, bağlarını koparıyorlardı.

Türk ili yöneticilerinin elinde Tinne’den daha değerli bir ihraç malı kalmamıştı artık. Bir de hapiste tuttukları rehineler vardı. Hayatlarının garantisi olarak gördükleri bu iki unsuru büyük bir çaresizlikle paraya çevirmeye uğraşıyorlardı. Kilmciler onlara para akıtıyorlardı ama onlar da son derece isteksizlerdi. İşin sonunda başlarına bir bela geleceğini anlamışlardı artık. Zeki insanlardı. Bütün dünyayı uyutan ve manipüle eden masalları yüz yıldır büyük bir başarıyla yazabilmiş ve dünyaya satabilmiş usta tüccarlardı.

Diyeceksiniz ki bunlar madem bu kadar akıllıydı da kalitesiz ressam Kitler nasıl bunları sabun yaptı? Sevgili takipçilerimiz, şunu bilmelisiniz ki Javudi sabunlarının üreticileri de gene Javudilerdi. Bu tuhaf dilemma onların ustalıklarının zirvesiydi. Unutmamanız gereken bir şey daha var, dünyayı tintarlar yönetmiyor, dünyayı bir sistem yönetiyor. Sistemin yönetme araç ve gereçlerinin kullandığı yasalar konvansiyonel yasalar. Yani kutsal kitaplar, anlaşmalar, sözleşmeler falan. Onları bahane ederek toplumları güdüyorlar işte. Tuhaf bir etikleri de var, “katil daima kendi soyundan biri seçilir.” Bir Hermeniyi gene bir Hermeni öldürür gibi.( Kitlerin de bir Javudi olduğunu bilenleriniz bilir.)

Yağmalanacak, öldürülecek, yok edilecek bir şeyi, birini, bir yeri önce yalnızlaştırırlar. Bunu unutmayın. Başında akbaba bekleyen çocuğu hatırlayın. Birisi gidip sinek kovalar gibi bir el hareketi yapsa o akbaba kaçar giderdi. Akbabalar ürkektir, çaresizliğin ve terk edilmişliğin kokusunu alırlar. Sırtlanlar gibi kan kokusuna gelmezler, onlar sırf leş yiyici değildir. Canlı olman, büyük olman onlar için fark etmez. Kimsesiz olman gerekir, sahipsiz olman gerekir. Yağmanın kuralı budur, “avın başını boş bıraktır!”

Tanrıyı bile yağmalar bunlar. Tanrısını görmek istemiş de, o da bak şu dağa demiş de, dağa bir bakmış da dağ parçalanmış da… Hepsi hikaye, hepsi kurnaz akbabacıların uydurması. Tinne anlattı size. Tanrı mağaradaki kadın İn’di. Çin’den getirdiği bilgiyi, sevgiyi, saygıyı, üretkenliği Kanadolu insanına öğretmek vazifesiydi. Kocası Ah’ın yollarını gözlerdi. Ah’ın diğer karıları, ustalıkla Ah’ın tepedeki mağarada peydahlanmış kadından yeni şeyler öğrenip getirmesini isterler, ama Ah’ın da, halkların da o kadına gidip dostluk yapmasını istemezlerdi. Bir hikaye uydurmuştu büyücü karılar. İn tanrıydı. Onun yanına gidip gelen ve ondan bilgiler getiren Ah ise elçi. Kendileri de böylece Elçi’nin karıları oluyorlardı. İlk tahtı yapan bu karılardı. Yüksekçe bir yere oturup halkı çalıştıran bu karılar, İn’den öğrenilen ekmek, yoğurt, çanak, çömlek, sofra, su arıtma sistemleri, yastık, yatak, tarak, elle üretilen örgü türü şeyleri halka yaptırtıp, onların ticaretinden para kazanır ve Ah’ın sayesinde de kendilerine kutsiyet sağlarlardı.

Oysa İn’in kocasından da aşağıdaki halktan da tek beklediği sadece sevgi, dostluk, ziyaretti. Ah’ın büyücü karılarının yalanlarına inanmak halkın da işi geliyordu ki beş on Rachel’den başka kimse gelmezdi İn’in yanına.

İn’in kapısının bir müdavimi vardı. Henüz ayağa tam kalkmamış, küçük bir maymuna benzeyen, kıllı mı kıllı ufak tefek bir erkek çocuk. O da Ah’ın çocuklarından biriydi. Ah’ın yüzlerce binlerce çocuğu vardı. Hayvanlarla bile beraber olma huyu vardı çünkü. İn gelip ona yarenlik etmeden önce de dikkat çeken, hayranlık uyandıran biriydi. Güçlüydü, kızıl tüyleri, renkli gözleri vardı. Çok uzun boyluydu, iriydi. Yetilerden geliyordu soyu. Attığı her adım yerlilerin üç adımına bedeldi. Buraya çok uzaklardan gelmişti.

Bizonları boynuzlarından tutarak durdururdu. Sonra yan yatırıverirdi, avcılar çullanır hayvanı parçalarlardı. Avcıların, kadınların, cinsel ve fiziksel gücünden ötürü bütün erkeklerin hayran olduğu, kendilerinden üstün oluşunu zaten kabul ettikleri biriydi Ah. Dağda beliren kız, yani Tanrı’nın onun yoluna çıkması tesadüf olamazdı.

Ah’ın aşık olma, sevme, aile kurma bilinci, huyu, tutumu asla yoktu. Onun kanı bencillik taşırdı. Ona aileyi, yuvayı, koca olmayı, baba olmayı öğreten İn’di aslında. O bunun değerini, anlamını ancak ölene yakın, bilekleri oğulları tarafından kırılınca, gücünü büyücüler alınca, çaresiz ve yalnız kalınca anlamış, son kudretiyle İn’in mağarasına gitmek üzere yola koyulmuş, onun yanında geçirdiği bir kaç aydan sonra ruhunu teslim etmişti. Artık onun tanrısallığını taşıyan oğulları vardı. Ona tıpa tıp benzeyen bir oğlu çirkin büyücü karısından olmuştu. Kurnaz kadın kocasını iyice kuklalaştırmış, daha rahat manipüle ettiği oğluyla saltanatına devam etmişti.

Adem dedikleri adamı peygamber yapan şey de namus bilinci olmuştu. Ailenin, namusun bilincine varmak bir uyanıştır. Sadece insanı değil, ulusları da üstün, aali yapan budur.

Adem mağarada büyük ailesiyle yaşayan genç bir adamdı. Uzun boyluydu. Güçlü ve uzun bacakları vardı. Buğday tenliydi. Hafif kemerli güçlü bir burnu, yay gibi kaşları, kahverengi ve sert bakan anlamlı gözleri vardı. Hareketleri, tavırları küçüklüğünden beri farklıydı. Onun doğduğu zamanlarda, aile içi ilişkiler yani ensest normal kabul edilirdi. Sınırları mağaranın sınırlarından ibaretti. Çocuğa “bizim” derlerdi. Böyle bir mağarada doğup da kardeşiyle, annesiyle beraber olmaktan kaçınan bir adam düşünün. Çok iyi bir avcı, vahşi bir güreşçi olmasa, onu kovarlardı çoktan. Ama nedense ona saygı duyuyorlardı. Daha önceden de dediğim gibi, bilgi, erdem ve güç aynı kişide bulunmalı. Ne yazık ki bu dünyayı Javudi’ler kapladığından beri böyle olmuyor. Güç onların, bilgi de. Erdemin sahtesini yaptılar.

Adem bir gün mağarayı terk etti. Farklı olmaktan ötürü çok mutsuzdu. Kendine kızıyor, böyle olduğu için hayıflanıyordu. Bir ulu ağacın önünde durdu. Bir kadın gibi üreten ve üreyen, bir erkek gibi güçlü ve ulu olan bu ağaç sanki onun yeni ailesi gibiydi. Olmasını istediği aile. Dallarını kardeşleri yerine koydu. Önünde diz çöktü. Adeta kendini bıraktı. Ellerini açtı ve göz yaşlarıyla dallara seslendi. “Siz benim yeni ailem olur musunuz? Benim kardeşlerim? Siz benden kötü şeyler istemezsiniz. Size avlanıp bir şeyler getirmesem de beni kovuğumdan kovmazsınız…”

Adem böyle ortaya çıktı. Peki onun şöhretini dünyaya yayan kim oldu? Uzaklardan gelip onu kendine aşık eden değişik bir kadın tabi ki. Bunu da artık başka zaman anlatırım.

İn’in kapısında bekleyen maymuna gelelim. O İn’in hırsızıydı. Ebedi ve ezeli hırsız. Densiz, hadsiz ve küstah olduğundan; hiç çekinmez, asla utanmaz, onun kapısına gelir, içeriyi seyreder, çalabildiği bir şey olursa çalar ve dört ayağını kullanarak yuvarlanır gibi dağdan hızla inerdi.

Büyücü Karı onun bu yeteneğini ve aç gözlülüğünü fark edip, çok sevinmiş bu maymun çocuğu hemen işe almıştı. Böylece kocası Ah’ı oraya göndermesine de gerek kalmayacaktı. Bu arsız ve aç gözlü maymun çocuk, “yuvadan” gerekli bilgiyi ve ürünleri en hızlı şekilde zaten ona getirecekti.

Tanrıyı görmek mi? Onu ziyaret etmek mi? Boşveerrr… “Biz oraya bir adam göndeririz, o lazım olan ne varsa getirir zaten!”

O, “beni görmek isteyen dağa baksın, bak nasıl da parçalandı, beni asla göremezsiniz, benimle yakınlığı kaldıramazsınız” teranesi böyle bir icaptan çıktı. Uyanık hırsızların, uğursuzların bahanesi.

Tanrı sevgidir. Sevgi yakınlıktır. Öbür yarını bulup sevmektir. Parçanı bulup sevmektir. Sevginin gereğini yapmaktır, sadakatle, vefayla, sebatla. Bu kavramların hepsi kadından çalındı, erkek şeytana adandı.

Yeraltı kurallarına göre, birini seveceksen o bir erkek olmalı, kadın sevilmez. Birine sadık olacaksan o bir erkek ya da soyut bir kavram olmalı, kadına asla sadık olunmaz. Bir yola sebat göstereceksen o, “bir kadına vuslatın yolu” olmamalı, asla! Ancak bir erkeğin yolunda sebatlı olunur.

Oysa ilahi sır kadındadır. Ama hangi kadında? hakkaniyetli ve merhametli bir kalbe sahip olup, yuvasına da düşkün olanda. Yer altının karanlık örfünü yer üstüne Javudilik olarak çıkartan uyanıklar, iyi ile kötünün, güzel ile çirkinin, ahlak ile ahlaksızlığın, erdem ile satılmışlığın yerini çoktan değiştirdi bile. İyiyi tanımlamak artık riskli.

O gün bugündür o maymun çocuk hala İn’in ya da Tinne’nin kapısını bekler, “yuvadan” dışarıya bilgileri, böylece çalar satarmış.

Bir kez kaderin oyununa gelmiş, Son Tin Ustası’na damat olmuş. O zaman görmüş işte cezasını. O gün bugündür, aleniyetle eşikten içeri aleni girmeden çalmanın yolunu tutturmuş gidiyor.

Anladınız değil mi, o ezeli hırsızın, o lanetlenmiş kişinin kim olduğunu? Ne görse çalan, bir türlü usanmayan, dur durak bilmeyen, asla doymayan, çaldıkça iştahı açılan bir deyyus, bir serseri, bir pezevenk. O hırsızların atası, piridir. Yalancıların önderi, dolandırıcıların hamisidir.

İşte bu eğlenceli A4’lerde bu deyyusun efendileri tarafından işten atılışının konuşmaları var. Tinne en çok bunları okurken gülmüştü.

Önceki Sayfa Sonraki Sayfa

 

 

 

– 35 – İfşa Edelim!

– 35 – İFŞA EDELİM!

Nabustannezar, Tinne’yi elinden geldiğince aydınlatmaya, uyandırmaya, uyarmaya çalışıyordu. Ama her seferinde şaşırıyordu. Tinne’nin aslında her şeyin çoktandır farkında olduğunu görüyordu. Tam “öyleyse neden” diye aklından geçiriyorken, Tinne cevabı yapıştırıvermişti:  “Farkında olmak neyi değiştirirdi ki, benim soluksuz devam eden zor bir hayatım vardı. Kıskanç ve hazımsız annem, açgözlü ve doyumsuz üvey kardeşlerim ve onların kendilerinden beter çirkin karıları… Havai ve sorumsuz kocam ve onun tek kişilik hayalleri… Hep kendi derdiyle meşgul ve daima uzakta olan Aziz Peder ve tabi bu beş para etmez kalabalığın içinde büyütmek zorunda olduğum çocuklarım… Peşimde aç kurt gibi dolaşan bir ruh hastasının varlığını fark etmiş olsam ne olur, olmasam ne olur? Biliyor musun, ben tıpkı yaşadığım coğrafya halkları gibiyim Nabustannezar! Düşmanlarımın gayet farkındayım. Ama benim de, halkımın da düşmanları gizlenen türden.”

“Korkaklar çünkü.” Nabustannezar, Tinne’nin düşmanlarını ezelden beridir tanıyordu.

-“Söyle o zaman, ne yapalım Nabu? Onları nasıl ortaya çıkaralım?”

-“Onlar elbet bir gün ortaya çıkacaklar. Her deneyin bir bitiş tarihi vardır.”

Cevabını bildiği halde sordu Tinne. “Laboratuvar faresi miyim ben, ne deneyi?”

-“Öyle demek istemedim ama senin üzerinde bin bir türlü deney yaptıkları doğrudur. Onların din gibi taptıkları bir bilim var, Tosyolobi. Deneye, gözlem ve karşılaştırmaya dayanan bir bilim. Toplum bilim de diyorlar. Patolojik, marazi olanla sağlıklı olanı çatıştırmaları gerekiyor. Doğal hayata müdahale ederek yapıyorlar deneylerini. Yeni bir din olarak gördükleri bu bilimi geliştirmeye çalışıyorlar.”

-“Hadi be! Kimmiş bu bilimsel dinin kurucusu, ben tanıyor muyum?”

-“Högüst Kont!”

-“Bir yerden tanıdık geliyor ama çıkartamadım…”

İkisi de biraz suskunluğa gömüldüler. Düşündüler, düşündüler. Tinne ne düşünüyordu bilemiyorum ama Nabustannezar düşmanın ellerini Tine’nin boğazından nasıl çekerim diye düşünüyordu. Yani neredeyse eminim böyle olduğuna. Nabustannezar’ın varlık sebebi buydu çünkü.

-“Burada patolojik olan Tartaryan, değil mi? Ben değilim herhalde?”

-“Bir de soruyorsunuz!”

-“Şaka yaptım, Nabu’cuğum. Bunların BBG evlerine nasıl meraklı olduğunu, insanı, yani onların tabiriyle ‘insana benzeyen hayvanları’ izlettirmeyi nasıl sevdiklerini, ben çok iyi biliyorum. Onevizyon’da bütün gün birbirleriyle çatışmaya sokulmuş kadınlarla erkekler, analarla gelinler seyrettiriliyor. O programlarda bizim en yüksek varlık olduğuna inandığımız insanoğlunun, en aşağılık yüzünü sergilemeye çabaladıklarını görüyorum. Bütün bu gayretin elbet bir sebebi olmalı.”

-“Kitapları kitapları… Sebep, sıkı sıkıya bağlı oldukları o köhne zehirli kitapları.”

-“Haberim var o kitaptan.”

-“Sözleşme diyorlar adına.”

-“Biliyorum.”

-“Her şeyin farkındasınız. Öyleyse, niye bir şey yapmıyorsunuz Tinne’miz?”

-“Ne yapabilirim, ben bir garip kadınım!”

-“Emret, biz yapalım.”

-“Nabu. Neler yaptığınızdan haberim var. Bana sormadan başlamışsınız bile. Hala ne istiyorsun?..”

Nabu, ne diyeceğini bilemedi.

“Bu yangınları siz yapıyorsunuz değil mi?”

Nabu, sodasını dikti tepesine. Sıkıntılı sıkıntılı kıpırdanmaya başladı.

-“Ben size avlara başlayın demiştim.”

-“Başladık.”

-“Doğru adamları avladığınıza emin misiniz?”

-“Siz aşağıdan yukarı doğru demiştiniz. En tepedekiler en son demiştiniz. Ona uyuyoruz.”

-“Anlaşıldı. Tedbir almaya başladılar. Bak Nabu, bunlar yenileceklerini anlayınca önce sessizleşirler, sonra büyük patırtı yaparlar. Ben bugünlerde büyük bir patırtı bekliyorum.”

-“Büyük patırtıya cesaretleri yetmezse?”

-“Rüşvet verir, satın alır, şantaj yapar, bir şekilde anlaşma yoluna giderler.”

-“Eğer ayak izleri, parmak izleri bulunmuşsa?”

-“Tüm izleri, bağlantıları yok etmek için ne gerekiyorsa onu yaparlar.”

-“Biz de buna gayret ediyoruz, Tinne’miz! Tartaryan sadece bir kobay. Ondan kolayca vazgeçerler. Ama deneyin sürmesinde ısrar ederlerse yeni bir fenomen sürebilirler deney sahasına.”

-“Bu tip düşmanda ifşa en sağlam savunmadır. Bunlar “gizlenen düşman”, meydana çıkıp kılıç çeken cinsten değil. Bütün gücünü gizlilikten alır, varlığını gizlenmeye borçludur. Biz sürekli “açığa çıkarma” operasyonu yapmalıyız.”

-“İfşa kampanyası diyorsunuz.”

-“Evet…”

Nabu, bacaklarını sallamaya, terleyen avuçlarını cübbesine sürmeye başladı.

– “Şu Högüst Kont’un kitaplarını getirin bana. Ne diyormuş bir bakalım.”

-“Adamın mabedi bile var!”

-“Bir de ‘bilim’ diyor icat ettiği şeye?”

-“Tebliğ yapıyormuş. Bütün krallara mektup yazıyormuş, peygamber gibi…”

-“Nabu senden bir şey rica edeceğim.”

-“Başım üstüne.”

-“Bana “Tinnemiz” demeyeceksin, “siz” diye hitap etmeyeceksin. Ben senden küçüğüm, beni kardeşin bileceksin.”

-“Biz senin öğrencilerindik… Mağarada…”

-“Bu konuyu konuşmak istemiyorum. Bir kedi, bir kuş olarak da karşına çıkabilirdim. Neysek ne! Geçmişte ne olduğumuza göre hareket edemeyiz.”

-“Binlerce yıl geçse de roller pek değişmiyor…Tin…ne…”

-“Bak böyle çok daha iyi. Nabu.”

-“Tamam.”

Önceki Sayfa Sonraki Sayfa

 

Defne Ilgaz, Rıfat Ilgaz, Afet Ilgaz, Absürd, Absürt, Mizah, Otobiyografi, Eğlenceli yazılar, Gülmece, Hiciv, Taşlama, Edebiyat, Roman, Deneme, Şiir, Tinne, Saçmalardan Seçmeler, Saçma, Acaip, Acayip, Acayip Dünya, Kadın, Komik, Komik kadın, Gülmece Güldürmece, Sıra Dışı, Fantastik,İlyas Temel şafak, Defne Ilgaz, Necati şaşmaz, Kurtlar Vadisi, Polat Alemdar, sahte Mehdi, adnan Oktar, İbrahim kalın, CIA, FBI, MOSSAD, Üçüncü Dünya Savaşı, necaaattii, ibne, godoş, orospu çocukları, sahil şaşmaz, abdülkadir şaşmaz, recai şaşmaz, zübeyr şaşmaz, panafilm, tayyar baba, elazığ, bkm, yılmaz erdoğan, güldür güldür, ali sunal, aydın ılgaz, mason biraderler, tapınak, ritüel, ayin, gizem, ezoterizm

 

– 23 – Cadılar Konsülü Toplanıyor!

CADILAR KONSÜLÜ TOPLANIYOR!

İnsanlığın nesnelere ad takabilmesi onun en tehlikeli icadıdır. Sonra, eylemlere de ad taktı. Sonra olaylara… Bu nedir biliyor musunuz? Büyünün doğuşudur.

Sanat tarihçileri düşündüler taşındılar, mağara duvarlarındaki bizon resimlerinin aslında büyü olduğuna karar verdiler. Bol bol avlanabilmek için böyle yapıyordu insanoğlu. Bizon resimlerinin bizonu getireceğine inanıyordu.

Henüz ad takmayı bulmamıştı ama resimlerle ifade edebiliyordu kendisini. Sonrasında aynısını yapmak yerine nesneyi sembolize eden figürler, desenler, şekiller kullanmaya başladılar ve yazı doğdu.

Olmayan bir şeyi bu yolla var edebileceklerini buldular. Bir şeyi çok tekrar ederlerse de onun olacağına inandılar. Zikir bu sistemin ürünüdür mesela.

Tinne’nin anneannesi “iki söz bir büyü” derdi. “Hayır söyle ki hayır olsun” derdi. Van kedilerinin kraliçesi, kedilerine hep güzel isimler takardı ki onlara seslendikçe güzel şeyler gelsin.

İnsanlar bu farkındalığı kötü işlere dönüştürdüler. Kıskanç, kindar, hakimiyet meraklısı insanlar bu bilgiyle çok kötü şeyler yaptılar. Bu bilginin esas sahibi kadındı. Çünkü kısıtlı güce sahip olmasından ve annelik yükünden ötürü birçok dezavantaja sahipti ve çevreye, hatta doğaya bile hükmetmeliydi ki güvende olsun.

Kurtların ağzını bağlamak, börtü böcek ve haşerenin zararlarından kendisini ve yavrularını korumaktan tutun da sözünü dinletmek, sevilmek, kocasını elinde tutup diğer kadınları devre dışı bırakmaya kadar her şeyin büyüsünü yaptılar. Güç söz konusu olduğunda erkeklerle rekabet imkansızdır, her türlü gücü muhakkak ele geçirir ve asla kaptırmazlar. Şamanlardan başlayarak, ruhbanlık kadroları tamamen erkeklerin eline geçti ve bu tür ilimlere sahip kadınlar, mağaradaki İn karakteri gibi ya toplumdan dışlandılar ya da meydanlarda yakıldılar.

Ama cadılar yok olmadı. Toplumla uyumlu yaşamayı yavaş yavaş öğrendiler. Başka çareleri yoktu, bu doğuştan gelen bir durumdu, öldürülerek yok olmuyorlardı. Belki sayıları azalmıştı ama hala vardılar.

İlk cadılar konseyi bundan yedi yüz küsur yıl önce Avrupa’da toplanmıştı. Bu kadınlar geçmişi hatırlayabilen özel kadınlardı. Varlık tezahürlerinin ilk buluşmasını hatırlayan kadınlardı. Onların ilk buluşmaları binlerce yıl önce Anadolu’nun doğusunda bir yerlerde İn’in mağarasında gerçekleşmişti. Hepsi de İn’in öğrencileri olan Rachel’lerdi. İn onlara ölümün son olmadığını ileride tekrar buluşabileceklerini söylemiş, uyandıklarında kendisini arayıp bulmalarını tembihlemişti.

Uyanış mezardan çıkmak değildir. Ruh yani esas varlığımız, sermayemiz, hazinemiz bedenden çıkar. Bu da kâfidir. Mezardan çıkmak uyanış falan değildir.

Yeryüzünde gezinirken durmadan sorarız, cevaplar ararız. En doğru soruları soran, sabırla yanıtların peşinden koşanlar özel bir kadrodur, onlara alim denir.

Her gördüğünüz beyaz önlüklüyü alim sanmayın, her gördüğünüz laboratuvar kuşunu da. “Doğru sorular sormak” dedim ben.

Bu kadar alim bu kadar zamandır ne buldular? Hepsini toplayın bana, “nereden geldik, nereye gidiyoruz” sorusunun cevabını bir tanesi biliyorsa, ben de Tinne’nin arkadaşı değilim!

Cadılar gittikçe unutkanlaşıyorlardı. Kim olduklarını, nereden gelip nereye gittiklerini artık hatırlamıyorlardı. Ama içlerinden anahtar taşıyan üç kişi gayet iyi biliyordu. Kendilerinden önceki cadıların bıraktıkları defterlerde bazı notlar, bazı uyarılar yazmaktaydı.

Devamlılık ve arşiv aslında iyi bir şeydir. Tabi, anahtarın kimde ya da kimlerde olduğuna göre bu değişebilir. Kadim bilgiyi kötüye kullanmak, ne yazık ki özellikle son yüzyıllarda fazlaca başvurulan bir yöntem oldu.

Cadıların Reisi Nabustannezar dürüst biriydi. Okuması gereken her uyarıyı okumuş ve bir güzel ezberlemişti. Rachel’lerin mağaradaki ustasını arayıp bulmak her reisin başlıca göreviydi ve bulduklarında bir gölge gibi takip edip korumak üzere de kendi başlarının üzerine yemin ederlerdi.

Nabustannezar ve iki yardımcısı Tinne’nin İn olduğuna neredeyse emindiler. Büyük buluşmanın olabilmesi için Tinne’nin de uyanması ve bu işi tek başına gerçekleştirmesi gerekmekteydi.

Erkek çemberlerine dahil olan bazı cadı dostu tanıdıklar Tinne’nin öldürülmesine karar verildiğinin haberini uçurmuştu Nabustannezar’a. Bu beklediği bir şeydi. Çünkü Tinne’nin hırstan ve kıskançlıktan kontrolünü, dengesini, aklını kaybetmiş olan annesi, ölmeden önce erkek çemberlerine müracaat ederek kızının etkisiz hale getirilmesini talep etmişti. (Bunu öğrenen cadılar da gereğini(!) yerine getirmişlerdi.)

Böylece tarihte ilk kez kadın çember ile (kadınlarınki sadece bir taneydi) erkek çemberler karşı karşıya gelmişlerdi. Vagna’nın göç ettirilmesini açık bir savaş ilanı olarak gören erkekler, cadılara kılıçlarını çekmişlerdi.

Artık Tinne ile konuşmanın vakti geldi dedi Nabustannezar.

“Senin annen bir vatan hainiydi” diyerek söze başladı. İskeleye oturmuş ayaklarını sallamakta olan Tinne, yanındaki kadının yüzüne dönüp baktığında ürperdi. On bin yaşında gibiydi kadın. Yeşil gözlerin içinden tanıdık bir ruh selamlıyordu onu, “şimdiye kadar neredeydin” diyerek.

 

Önceki Sayfa  Sonraki Sayfa

Defne Ilgaz, Rıfat Ilgaz, Afet Ilgaz, Absürd, Absürt, Mizah, Otobiyografi, Eğlenceli yazılar, Gülmece, Hiciv, Taşlama, Edebiyat, Roman, Deneme, Şiir, Tinne, Saçmalardan Seçmeler, Saçma,Acaip, Acayip, Acayip Dünya, Kadın, Komik, Komik kadın, Gülmece Güldürmece, Sıra Dışı, Fantastik