– 15 – İn ile Ah’ın Hikayesi

İN İLE AH’IN HİKÂYESİ

Soyunmak gerekir, yılan gibi, yeni mevsimde yeni çiçekler açmak için eskilerini dökmek gerekir. Doğada her şey gür, her şey bitmez tükenmezcesine. İnsan olmayanı delirtir bu. Sadece insanlar sevinir, hayran kalır, üreyen, yenilenen, yeşeren doğaya. El çırpar, şarkılar söyler, el ele tutuşur, döne döne sevinçlerini paylaşırlar. Her yeniden doğuş, şenlikle karşılanır doğada. İnsan olmayan bütün bunlardan ne anlar?

İnanın bana aramızda insan olmayanlar var. Ben buna Tinne’den hikâyesini dinlerken kanaat ettim. Güzellik, gençlik, doğurganlık, neşe, şükrediş… Bütün bunlar, bir küfür gibidir onlar için. Artık hangi bilinmez yıldızdan gelip karışmışlarsa aramıza…

Kadının gücünden korkulur genelde. Kadının varlığını bile tehdit olarak görür bazıları.

Erkekler için bir dünya tasarlanmış binlerce yıldır. Kadın, bu dünyada var olabilmek istiyorsa yok gibi olmalıdır. Oysa neredeyse tüm ilimleri, on bin sene önce yükseklerde yaşayan bir kadın nineden öğrenmişlerdi. Hatta konuşmayı bile. İnleye inleye doğum yapan o güçlü ve özel kadın geldiğinde, ona isim taktılar “in” diye. Yaşadığı yer de “in” oldu onlar için, adı da. “İnsan” öyle dendi, zamanla.

Kadın sanki birdenbire var olmuştu o yüksekteki mağarada, bilemediler onun nasıl geldiğini, nereden geldiğini. Yoktan var oldu, dediler onun için. Oysa babası onu ta Çin’den getirmişti, yer altı yollarından. Sonra da bırakıp gitmişti. “Bu topraklara çok şey öğreteceksin. Kızlar, kadınlar senin öğrencilerin olacak. Çömlek yapmayı, hamur karmayı, duvarların içine ölü yatırmayı, su damıtmayı, peynir yapmayı, saç taramayı, döşekte yatmayı, çocuk doğurtmayı, sayı saymayı senden öğrenecekler.”

Babası aslında babası değildi İn’in. Koca ayaklı dev adam gerçek babasıydı. Onu bebekken yardan aşağı fırlatmış, çekik gözlü babası havada yakalamıştı.

Bir gün, diğer öğrencileriyle birlikte yer altından uzaklara gideceklerini söylediğinde bu yolculuğun onun için yapılacağını hissetmişti İn.

Vardıkları yer Anadolu’nun doğusunda bir yerdi. Çok yıllar sonra, orada, anlamını çözemedikleri taşlar bulacaktı modern çağın insanları.

Bu eski hikâyeyi Tinne mezarlıktaki arkadaşlarından öğrenmiş. Uzun ve etkileyici bir hikâyedir. İsterseniz devamını da anlatırım. Arkadaşları onu teselli etmek için anlatmışlar. Meğer eski insanlar tanrıyı kadın, kadını tanrı sanıyorlarmış. Sonradan insan olmayan kadınlar, saf ve güçlü erkekleri büyülerle kuklalaştırmayı öğrenince, erkeği tanrı ilan etmişler.

İn o erkeklerden birine âşık olmuş. Zelzele olup yer yerinden oynayınca o mağarada mahsur kalmış. Yer altındaki babası ve arkadaşları onu kurtarmaya gelmemişler. İn’in görevinin o zelzeleyle başladığını hissetmişler çünkü.

İn şarkı söylemeye başlamış. Bir yandan da elindeki taşı yere vuruyormuş. O sırada, güçlü ve akılsız adamlardan biri oradan geçiyormuş. Mağaranın önündeki kayayı yerinden oynatıp içeriden gelen güzel sesin sahibini bulmuş. Sonradan İn’in şarkı söylemesini her istediğinde ona elini yere vurarak “tın tın” demiş.

İn kendisini esaretten kurtarıp gün ışığıyla buluşturan bu dev adamı karşısında görünce ona kanı ısınmış, güvenmiş.

Ama dev adamın, aşağıda da kadınları varmış. İn ne bilsin? Onu büyüten babasının sadece bir eşi varmış.

Gel zaman git zaman İn’in Ah’tan çocukları olmuş. Bazıları ölmüş, ölen bebeklerini mağaranın oyuklarına yerleştirmiş.

İlk lohusalığında şöyle bir hadise yaşanmış: Doğumunu kendi kendine yapmış olan İn, bebeğiyle yerde yatıyormuş. Çok susamış. Doğum yapan kadınlar bu susuzluğu çok iyi bilir. Bir lohusa harareti meşhurdur, bir de ölüm öncesi olan.

Susuzluktan yanmış, kurumuş, yorgun, bitik halde iken Ah elinde ucu gaga gibi olan bir sopayla çıka gelmiş. Oturmuş İn’in karşısına, aptal aptal bakıyormuş.

“O elindeki ne” demiş İn, işaret diliyle.

“Sopa” demiş, Ah, işaret diliyle.

“Ne için” demiş İn, işaret diliyle.

“Meyve dallarını kendime çeker, kopartıp yerim”, demiş, işaret diliyle.

Artık sormamış İn, hani nerede bize, diye.

Akılsız dev adam, İn’in yuvaya dönüştürdüğü o mağarada gördüğü, tanık olduğu her yeni bilgiyi, aşağıdaki kurnaz kadınına götürürmüş. O da tüccar bir kadınmış ki şirketi kuruvermiş!

İn’e “tanrı” demiş. Kocası Ah’a da “elçi.” İn yanına Ah’tan başkasını yaklaştırmıyormuş çünkü. İn Ah’a öğretiyormuş, Ah da aşağıdaki kurnaz karısına. Seri üretim başlıyormuş hemen. Birçok köleler edinmiş kadın.

Ah güçlü mü güçlü bir adammış. Boğaların boynuzundan yakalar, onları mıhlarmış. Onun gibi güçlüsü yokmuş. Bileğini kimse bükemezmiş.

Ondan olan oğullar ona rakip olmuşlar. Aşağının kadını, aptal Ah’ı büyülerle, oğullarına onun bileğini kırdırmak gibi entrikalarla, kukla kral haline getirmişler.

Kendileri kraliçe olabilmek içinmiş aslında bütün bunlar.

Kraliçe aslında nedir, kime denir, ilk kraliçe nasıl olmuştur, mezarlık arkadaşları Tinne’ye bir güzel açıklamışlar ama bilmem dinlemek ister misiniz?

Eğer isterseniz bana haber uçurursunuz, ben de anlatırım. Yoksa esasen bu Tinne’nin hikayesi, ne lüzumu var değil mi şimdi?

İn’in bir kızı bir oğlu hayata tutunmuş. İn onları çiçek gibi büyütmüş. Onlara temiz, güzel, leziz sofralar kurmuş. Altlarına yumuşak döşekler sermiş. Ama kızı büyüyüp genç bir kız olunca annesini beğenmez olmuş. Aşağıdaki kraliçe gibi olmasını istermiş annesinin. Annesini güçsüz ve aptal bulurmuş.

Annesi tepedeki mağarada herkeslerden uzak bir hayat süren, yapayalnız bir kadınmış. Oysa babasını parmağında oynatan, çirkin tüccar kadın ne kadar akıllıymış ki aşağıda şaşalı ve rahat bir hayat sürmekteymiş.

Bilmiyormuş ve hiç öğrenemeyecekmiş ki babası ölmeden önce annesinin yanına sığınmış. (Oğulları bileklerini kırdıktan bir müddet sonra.) Babası ölünce, annesi onu öldüğü yere gömmüş. Başına da büyücek bir taş dikmiş. Mağaraya gizlice uzaktan bakan densizler, kocası hala orada oturuyor sansınlar, diye.

Bir gün İn’in kızı Cin, sevgilisi olan delikanlıyı, savaşırken yandığı için annesinin iyileştirmesi için mağaraya getirmiş. İn kızının perişan halini görünce oğlanı iyileştirmek üzere ne yapacağını şaşırmış. Yavru yılanları kısırlaştırarak bir sıvı elde etmiş. Ama çocuk gene de ölmüş. Kızı annesini suçlamış, kızmış, küsmüş, acısından delirerek oraları terk edip uzaklara gitmiş.

Oysa annesi asla yapmaması gereken bir şeyi kızı için yapmış. Can almış.

İn kocası öldükten sonra, onun taşının yanında uzanmış uyuyorken, kendine doğru yaklaşan yılanın sesini duyunca ne kalkmış ne kendini korumuş. O an içini müthiş bir huzur kaplamış içini. Birazdan anne yılanın onu öldüreceğini biliyor ve bunu istiyormuş. Olması gereken buymuş çünkü. Kısasa kısas.

İn’in cesedini kızı Cin ve kardeşi bulmuş. Yılan koluna ve başına dolanmış halde. Cin o günden sonra annesinin kızı olmakla övünebilmek için koluna ve başına yılanlı takılar takmış.

Meğer Cin nereye giderse gitsin herkesin annesine adeta taptığını görmüş. Onun kızı olmanın “ezik” bir şey değil “havalı” bir şey olduğunu anlayarak mağaraya annesini görmeye gelmiş.

Mezarlık arkadaşları Tinne’ye bu hikâyeyi anlatıp, yaşadığı acıların özel ve güzel tüm kadın insanların ortak acıları olduğunu söylemişler.

Tinne nasıl dimdik ayakta durabildi sanıyorsunuz?

Önceki Sayfa  Sonraki Sayfa

Defne Ilgaz, Rıfat Ilgaz, Afet Ilgaz, Absürd, Absürt, Mizah, Otobiyografi, Eğlenceli yazılar, Gülmece, Hiciv, Taşlama, Edebiyat, Roman, Deneme, Şiir, Tinne, Saçmalardan Seçmeler, Saçma,Acaip, Acayip, Acayip Dünya, Kadın, Komik, Komik kadın, Gülmece Güldürmece, Sıra Dışı, Fantastik

– 1 – Tinne

“TİNNE BİR SALYANGOZ KIZ,
BOYNU BÜKÜK DOĞRU SÖZLÜ
TIRTIL DEĞİL KELEBEK OLSUN
BİR TUTAM TUZ YETER”

 

TİNNE

Valla nereden başlayacağımı bulamadım. Bu dünyanın aslında bir dünya olmadığını mı anlatsam, yoksa gördüğümüz her şeyin bir yanılsama olduğunu mu haber versem bilemiyorum.

Uzun zamandır sessiz kalmayı tercih ettim. Her gece Netflix izledim. Böylece hipnotize oluyor, düşünemiyor, kendinizi anlatamaz, hakkınızı bile savunamaz hale geliyorsunuz. Ben bu yolu tutturmuş gidiyordum. Ne olduysa oldu, belki yıldızların konumu beni dürttü, artık sessizliğimi bozmaya karar verdim. Sıkı durun, bildiğiniz her şeyi unutun, duyduklarınızı duymamazlıktan gelin, çünkü ben size gerçekleri açıklayacağım.

Hani o çok sevdiğiniz Azize Hatun ile Peder Bey var ya, aslında onlar deliydi. Azize Hatun tüm gün duvarlara resim yapar, hızını alamaz kocasına da bıyık çizerdi. Diyeceksiniz ki küçük kızlarına kim bakardı, küçük kız sokakta salyangozlarla oynardı. Salyangozlara şarkı söyler, onlara resim dersi verir, hatta hikayeler anlatırdı. Eliyle gölden zargana yakaladığını görenler bile olmuş. Üstün yetenekli bir çocuktu. Ama o da annesi gibi cadılar konfederasyonuna katılıp, yerli ve milli bir cadı olmak için elinden geleni yaptı.

Sizce de öyle değil mi yani? Cadılık bir batılılık meselesi olmaktan çıkmalıdır. Ca’de binti bişey Hz. Hasan’ı zehirleyen karısının adıysa, bu evrensel bir mesele olarak ele alınmalı değil midir?

Ama küçük kızın azize anası kimseyi zehirlemedi. Sadece konu saptı. Kızın Azize Anası adı üstünde azizeydi ve kimseyi ne zehirler ne de boğardı. Ama yavrularını hep yemek isterdi. Dedim ya o Azize olarak kayıtlara geçmeyi başaran ender cadılardan biriydi. Bunlar hep sır olarak kalmalı.

Salyangoz çobanı kızcağızın, bir de polis dedesi vardı. Komiser Kolombo. Kolombo amca ile Kolomb’un hep akraba olduğu söylenirdi. Romanya’dan göçüp gelen Kolombo Dede, Ege sahillerini görünce Cezayir sanmış. Hep dalga geçerlerdi onunla.

Evde iki de delikanlı vardı ki dostlar başına! Var ile yok arasıydılar. Ne zaman ki ailenin cadıları, azizeleri, pederleri ve papazları öbür tarafa göçtüler, onlar bütün şiddetleriyle ortaya çıktılar. Neyse bunu ileride anlatacağım. Yani taht kavgalarını.

Peder Amca’yı es geçmemeliyim. Salyangoz çobanı kızın babasını. Çünkü bütün dünya bana küser. Yalan dünya. O önemli mi önemli bir amcaydı. Herkes önünde eğilirdi, o da vaftiz falan ederdi. Elini değdirdiğini göğe yükseltirdi. Onlar hala öylece havada asılı duruyorlar. Geçende Peder Amca’nın anılsama günlerine rücu ettim, orada gördüm. Havada asılı adamlar havai fişek patlatıyorlardı.

Evde günah çıkarma faaliyetleri olurken küçük kız pılısını pırtısını toplar bahçede yaşarmış. Dedesi Kolombo’nun ters çevirip park ettiği sandalın üzerinde salyangozları ve kertenkeleleriyle beraber güneşlenir, gece olunca ya da hava bozunca sandalın altında yaşayıp gidermiş. Kışın da kardan eskimo evi yaparmış. Yılan deliklerini de ezbere bilirmiş ufaklık. Ne yaman ufaklıktır o!

Kişnim onun en sevdiği arkadaşıydı. Balerin oldu o kız sonra. Ama hiç evlenmedi. Operacı nişanlısı Altınsuyu’ndaki, aileden kalma lüks apartmanında kalp krizi geçirmiş olarak ölü bulunduktan sonra, hiç evlenmedi. Aslında az kalsın Binbaşı Gordon’un gelini olacaktı da sonra vazgeçti. McDonald’da yer süpürmeyi tercih etti. Ne Binbaşı Gordon, ne de oğlu onu unutabildi ama ne çare… Kız kendi ayakları üzerinde durmayı seçmişti artık.

Ben birkaç gösterisini izledim, neler yapıyordu neler. Bir Fındıkkıran oynuyordu bayılırsınız.

Kişnim’le Tinne (Salyangoz çobanı küçük kız) her buluşmalarında bir eser sahneye koyarlardı. Küçük Prens, Şeker Portakalı, Gizli Yediler, Düttürü Dünya gibi. Sakinlerinin hiç gelip oturmadığı müstakil bir evin bahçesinde sergiledikleri bu oyunlara uyduruk biletler hazırlar, diğer çocuklara, onların abla ve abilerine satı satıverirlerdi. Para karşılığı canım. Ne sandınız?

Ah sizin şu, çocukları küçümseme huyunuz yok mu?!.

Kişnim’le Tinne daha o zamandan, kendilerine çocuk muamelesi yapan büyükleri mimler, “büyüyünce bunları miki yapalım” derlerdi. Cadılık böyle bir şey dostlar.

Bu mimleme işi de neymiş biliyor musunuz, dervişlerin isimlerini kaydettikleri defterde, bazı yaramaz dervişlerin adları üzerine Şeyh Baba mim koyarmış. Yerine geçecek şeyhe bir ikaz olsun diye.

(Ama bu dediğim altı yüz bin yıl önce. Çünkü şimdi yok öyle şeyler. Hükmen yasak, sizin de bildiğiniz gibi.)

Cadı mimi de bu ritüele benziyor işte. Neyse çok kurcalamayın, siz anlamazsınız.

Ya anneanne? Anneanneyi hiç mi merak etmediniz?

Kimler merak etti?

Kaldırın elleri! Tamam, işte onlara on puan.

Anneanne sopasız yürüyemezdi. O da bir ilahiyatçıydı ve bu hal ona çok yakışırdı. Sopasını iyi taşırdı demek istiyorum. Yani sopa herkese yakışmaz onu demek istiyorum. Çok güzel ve zengin bir kadındı. Bir gözü mavi, bir gözü sarıydı. Annesinin de bir gözü mavi bir gözü sarıymış. Zaten annesinin adını taşırdı.

Onun adı Kayşe’ydi.

Ya peki bu aile nasıl bir evde yaşardı? Ben de bilmiyorum inanın. Yaşarlar mıydı ondan bile emin değilim. Belki yaşamış sonra da ölmüştürler?

Belki hep ölüydüler, sonradan içlerinden biri dirilmiş olabilir.

Bilmiyorum. Tam olarak emin değilim.

                  Sonraki Sayfa 

Defne Ilgaz, Rıfat Ilgaz, Afet Ilgaz, Absürd, Absürt, Mizah, Otobiyografi, Eğlenceli yazılar, Gülmece, Hiciv, Taşlama, Edebiyat, Roman, Deneme, Şiir, Tinne, Saçmalardan Seçmeler, Saçma,Acaip, Acayip, Acayip Dünya, Kadın, Komik, Komik kadın, Gülmece Güldürmece, Sıra Dışı, Fantastik