– 40 – “İLK GELEN SİYON AMCA”

– 40 – “İLK GELEN SİYON AMCA”

 

Bu dünya gerçekten katlanılır gibi değil. Tinne bunalıp sıkıldı mı mezarlığa kaçar. Hep kınardım onu, bugünlerde çok iyi anlıyorum.

Ölü arkadaşları Tinne’ye çok şey öğretti. Sırasını savmış kadim ruhlar yaşadığı şeyleri anlamasını, anlamlandırabilmesini sağladılar. İnsan anlayamayınca, anlam veremeyince çıldırır. Eğer kadim ruhlar yardımına yetişmeseydi Tinne de çıldırabilirdi.

Nitekim dünya çıldırıyor. Kötü hikayelere inanmış insanlar yavaş yavaş deliriyor.

Hikayeler önemlidir arkadaşlar! Bizim çocuklarımıza, bitmek tükenmek bilmeyen sorularına yanıt olsun diye, yani meraklarını gidermek için uydurduğumuz hikayeler gibi, büyük büyük dedelerimiz de kendi çocuklarına, çevrelerine, emirleri altında çalıştırmak istediklerine bir çok hikayeler uydurmuşlar. Dedelerimiz dedim, çünkü erkeklerin uydurduğu hikayeler korkutucu ve vahşi, kadınlarınki yatıştırıcı ve tedavi edicidir.

Ninelerimiz bizim güzel, şifalı uykulara dalmamızı isterler. Kavgadan, rekabetten beslenen pazarlarda tezgah açan dedelerimiz ise “ötekinin” aşağı olduğu, “üstüncü” yalanlar uydurmuş.

Bazı beyaz derili masalcılar, bir kadın için kurtuluşun ancak evlenmekte olduğu, kadınların daima birbiriyle yarışmak zorunda olduğu, kötünün de kurbanın da kadın olduğu dar pencereli masallar uydurmuş. Binlerce yıl önce değil ha, yeni sayılır. Son bir kaç yüzyıldır kız çocuklar, bu aptal masallara inanarak büyük çelişkiler yaşamış, mutsuz olmuşlar.

Neden diye sormayın, anlamaya uğraşmayın. Bakın bizi yönetenlerin, irade ve iktidar sahibi olanların ne istediğini anlamak çok uzun zamanınızı alır. Çünkü onlar aynı anda hem tavşana kaç diye bağrışır, hem de tazıya tut diye. Onlar için hayat yarış, rekabet, eleme, kazanmaktan başka bir şey değildir. Kadınlar iyi bir koca, erkekler de iyi bir efendi bulmak için birbirleriyle acımasızca yarışmalıdırlar.

Farkındalığı yüksek insanlar bu hayatta mutsuz olmaya mahkumdurlar. Eğer böyle bir mutsuzluk yaşamak istemiyorsanız “imtina edeceksiniz.”

Siz insanlardan ve onların taptıklarından imtina etmezseniz bir gün onlar sizden imtina ederler nasıl olsa.

Tinne, küçüklüğünden beri insan canlısı, dostluğa önem veren bir kızdı. Sonradan insanların her türlü kımıltısını menfaat gözeterek yaptığını anlayınca, onlardan kaçmaya, kaçınmaya uğraştı.

Bilmem siz de fark ettiniz mi? Genel olarak dünyada çok düşük bir zeka düzeyinde iletişilmekte. Tinne’nin önyargılardan ve ahmakça koşullanmalardan arınmış kalbini ve ruhunu, ezberci zihniyetin formüllerine sıkıştıramadılar asla. Onun şanlı ve de şöhretli aile adını duyanlar, yüzlerinde kolpaca bir sırıtmayla yanaşırlar ama onun bekledikleri gibi şematik bir figür olmadığını anlayınca rahatsız olurlardı.

Daima mütevazı yaşadı. Yaşadığı ev her zaman sıcak, insanı kucaklayan, ucuz eşyalarla döşenmiş bir ev olurdu. Son zamanlarda doğduğu ve büyüdüğü, sahtekar insanların ve sahtekarlığın yoğun olduğu,  o büsbüyük şehir Kestanbol’u terk ederek, küçük bir şehri mesken tuttu. Can yoldaşı, hakiki eşi Elyase’yi de orada buldu.

Onu klişelerle, sıradan maniler ve manzumelerle, formüller ya da denklemlerle, onevizyon seriyallerinde öğretilen şemalarla asla açıklayamazdınız. Babasının Aziz Peder olduğunu bilenler, babası öldükten sonra, ondan kalan kilisede oturup, geleni gideni vaftiz etmesini beklediler. İşte, bu kadar kısır bir düşünüşe sahipti insanlar. Onların kıskanç Dalmaçyalılar’dan haberleri yoktu tabi. Kıskanç Dalmaçyalı -sözde- biraderleri ondan nefret ediyor, babasını özleyip kilisesini ziyaret etmek istediğinde kapıya dizilip olanca güçleriyle havlıyorlardı. Daha babası sağken babasıyla buluşmaması, Kilise’yi ziyaret etmemesi için her yere onun resmini asmışlar, onun “düşman” olduğunu kilisenin inananlarına ve ziyaretçilerine türlü uydurma hikayeler eşliğinde öğretmişlerdi.

İnsanlar bilmiyorlardı. O şikayet etmedikçe, velvele, zılgıt ya da yaygara yapmadıkça da bilemezlerdi.

Hadi diyelim Tinne anlatmaya başladı… O zaman da annesinin oğulları Daltonlar ve çirkin karıları sağa sola tükürmeye başlayabilirlerdi. (Tinne’yi saplantı haline getirmiş ve ortadan kaldırmaya yemin etmiş Tartaryan ve dolandırıcı arkadaşları da unutulmamalı.)

Dalmaçyalı biraderler babasının kilisesine, Dalton biraderler annesinin definesine, Tartaryan da onun ruhuna göz dikmişti. Anlatsa kim inanırdı?

Onevizyon kahramanı bıçkınmaço görünümlü Tartaryan’ın kadın düşmanı Nonoşlar Örgütü’nden olduğunu halka nasıl anlatabilirdi? Bu bıçkınmaço görünümlü kadın düşmanı Nonoşlar Örgütü’nün av ritüellerini yapmak için Tartaryan’ı avcıların temsilcisi, sahipsiz ve seçkin Tinne’yi de av olarak seçtiklerini sokaktaki insana nasıl anlatacaktı?

Kıt kanaat geçinen ve tek eğlenceleri onevizyona bakıp büyülenmek olan insanlara bu büyük avın kurbanı olduğunu nasıl anlatabilirdi?

Aslında kadının, özgür insanın, çocuğun, doğanın düşmanı ve bütün düşmanların koruyucusu ve sahibi olan “İlk Gelen Siyon Amca” ve elinde sıkı sıkı tuttuğu uyduruk kitabı ortadan kaldırılsa, dünyada böyle tatsızlıklar olmayacak, kardeş kardeşe düşman kesilmeyecekti.

En eski uyanık erkekler örgütünün kurucusu, fikir babası, hikaye uydurmacısı İlk Gelen Siyon Amca, gerçekten de daima bu dünyadaki bütün güzelliklerin, nimetlerin başında ilk biten yağmacı olurdu.

Moşizmi, üstüncülüğü, “her şey benim, çünkü Tanrı öyle istiyor” yalanını uydurmayı ilk akıl eden gerçekten de oydu.

Belki bu dünyanın ilk kötüsü, bencili, haini, yalancısı, dolandırıcısı o değildi ama ilk örgütçüsü ve kitap yazarı oydu.

İn’in yaşadığı yerde yaşıyordu o ve örgüt arkadaşları. Yer altındaki dehlizlerde toplanırlar, ayinlerini, azgınlıklarını orada gerçekleştirirlerdi. Yer üstünde şeref, haysiyet sahibi olabilmek, orada dokunulmazlık kazanabilmek için gerekli olan yalanları uydurmayı İn’i tanıdıktan sonra akıl ettiler. İn’in yetiştirdiği ve güzelleştirdiği Rachel’lerle evlenerek kendilerini ayrıcalıklı, kutsal ve seçilmiş ilan edecekler ama yeraltındaki dehlizlerde yaptıkları azgınlıklardan da asla vaz geçmeyeceklerdi.

Binlerce yıldır yer altında yaşadıkları deneyimlerin, insanlar tarafından yadırganmayacağı bir dünya yaratmak için uğraşıp didinmekteler. Hemcinsleriyle, hatta küçücük çocuklarla, bazen hayvanlarla, birbirlerinden utanıp sakınmadan gerçekleştirdikleri bu azgınlıkları; “onları özgürleştiren, yaratıcı düşünmelerine katkıda bulunan kutsal ayinler” olarak tanımlıyorlardı.

İn’in kocası Ah, tam onların adamıydı. Ah’ı temsilcileri olarak seçtiler ve yalanlarını söylemeye başladılar.

Ah, azgınlığı dışında zeki bir adamdı. İlk masayı o yaptı. O masanın üzerinde ilk tekneyi o çizdi. Teknoloji kelimesi Ah’ın masanın üzerinde çizdiği ilk tekneden gelir. Halkını, daha doğrusu geniş mi geniş ailesini, o tekneyle nehrin öbür tarafına geçirdi.

Bu hadise, “denizi ikiye ayırdı” şeklinde aktarıldı, uyanık erkekler örgütü tarafından.

Ah, İlk Gelen Siyon Amca Ahhh!

Önceki Sayfa Sonraki Sayfa

Defne Ilgaz, Rıfat Ilgaz, Afe Ilgaz, Absürd, Absürt, Mizah, Otobiyografi, Eğlenceli yazılar, Gülmece, Hiciv, Taşlama, Edebiyat, Roman, Deneme, Şiir, Tinne, Saçmalardan Seçmeler, Saçma, Acaip, Acayip, Acayip Dünya, Kadın, Komik, Komik kadın, Gülmece Güldürmece, Sıra Dışı, Fantastik,İlyas Temel şafak, Defne Ilgaz, Necati şaşmaz, Kurtlar Vadisi, Polat Alemdar, sahte Mehdi, adnan Oktar, İbrahim kalın, CIA, FBI, MOSSAD, Üçüncü Dünya Savaşı, necaaattii, ibne, godoş, orospu çocukları, sahil şaşmaz, abdülkadir şaşmaz, recai şaşmaz, zübeyr şaşmaz, panafilm, tayyar baba, elazığ, bkm, yılmaz erdoğan, güldür güldür, ali sunal, aydın ılgaz, mason biraderler, tapınak, ritüel, ayin, gizem, ezoterizm

 

 

 

 

 

 

 

– 38 – KURBAN

– 38 – KURBAN

Tinne’nin hikayesini dinlerken siz de diyor musunuz, “artık bu kadar da olmaz!” diye?

Diyorsunuz tabi.

“Kopsun kıyamet” de diyorsunuzdur.

Haksızlıkta, zulüm de had aşılınca, böyle sözler söylenir elbet.

Hiçbir suçu yokken, malına, canına, namusuna saldırılınca her insan delirir. Ya dağa çıkar, ya kendini kaybeder, ölümüne hücuma geçer. Öleceğini bilse de taarruza kalkar, intihar bombacısı olur, katliam yapar falan. İnsanların üstüne bu kadar gitmemek lazım.

Sizce, dört bir koldan saldıranlar bunun bir karşılığı, bir bedeli olmayacağını mı düşünmekteler? Bütün kuvvetinle saldırıyorsan demek ki ondan korkuyorsun. Demek ki onun bir gücü, üstün bir tarafı var. Ya da onda olan sen de olmayan bir şey var, bunun için göze alıyorsun, gözünü karartıyorsun ve saldırıyorsun.

Bu tür bir delirmişlik, şımarıklıktan, “bana bir şey olmaz” sanrısından kaynaklanır. Bu bir körlüktür ki tamamıyla kibirden kaynaklanır. Unutmayın kibir; muhakkak körlük, sağırlık yapar. Kibirli kişiler kendisine yapılan uyarıları duymaz. Nasihatleri işitmez. Riskleri doğru değerlendiremez. Başına gelebilecekleri asla göremez. Görse de, ona gösterilse de onun daima güvendiği bir şey vardır. Kendisi. Kendi marifetlerine, becerikliliğine, kurnazlığına, iş bilirliğine öyle bir güvenir ki siz kendinizden şüphe dersiniz. Korkak mıyım ben yahu, dersiniz. Hatta utanır, bir müddet sonra ona özen başlarsınız. Keşke onun gibi olsam, dersiniz. Onun gibi atak, cesur… İyi bakın, onunki cesaret değil, had bilmezlik ve küstahlık. Özgüven değil, aymazlık. Bu insanların sonu da pek ibretli olur. Filmin sonunu görmeden heyecana kapılmayın.

Tinne kendi dünyasında yaşayan, dengeli, akıllı, temkinli, tedbirli bir genç kızdı. Sonra ne oldu da böyle bir savaşın içine düştü, ben de sizinle birlikte anlamaya çalışıyorum.

Aslında onun bütün varoluşlarında işi hep mücadele olmuştu. O hep, öğretti ve savaştı.

Kibir kelimesi Harapların dilinden geçmiş dilimize. “Büyük” anlamına gelen “Kebir”den türetmişler. Büyüklük taslayanların kalbindeki mikrobun adıdır kibir. Son tin ustası, “kalbinde hardal tanesi kadar bu mikroptan taşıyan cennete giremez”, demiş. Bu dünyada ne kadar kötülük varsa hepsi bu mikrobun varyasyonlarıdır. Moşizm denen illet de gene bu mikroptan türemiştir. Birilerinin kendini “büyük”, başkalarını “küçük” ilan etmesiyle başlar. Ben beyazım sen siyah, öyleyse ben güzelim sen çirkin, ben mübareğim sen lanetli, öyleyse ben seçilmişim sen benim kölemsin, şeklinde savunuları vardır, bu üstün aşağılıkların.

Ne yazık ki taht, taç, saltanat aşağılıkların en fazla ihtiyaç duydukları şeydir. Onlar zaten, her gün aynaya baktıklarında gerçekle yüzleşmekteler. Onlar yaptıkları işleri, işledikleri suçları zaten bilmekteler. Onların kendilerini temize çıkartmaya yarayacak bir takım yalanlara ihtiyaçları var. Bilgelerin elinden çaldıkları sözleri, kendileri için nasıl çarpıtarak aktardıklarını da varın biraz siz düşünün.

Bir yerde göksel özellikler taşıyan birini duydular mı hemen oraya yerleşirler. Onun dilinden dökülenleri toplamak için. Türlü tezgah dümenle o sözleri toplarlar. Sonra o bilge kişiyi kuracakları saltanat, gıcır gıcır tahtları, yepyeni sarayları için kurban ederler. Artık ellerindeki tahtlar, saraylar ve yalanlar köhnemiştir. Yıkılmak üzeredir. Kendilerine kölelik eden kitlelerinde azalma, kayıplar olmuştur.

Son tin ustasından bir önceki usta genç bir adamdı. Tapınak bekçisi olan ulu bir adamın baldızından olan çocuğuydu. Baldızı çok güzel çok saf bir kadındı. Karısı ise sanki onun ablası değilmişçesine çirkinceydi. Ama akıllı, kurnaz bir kadındı. O evde o güzel saf baldız da, eniştesinden olan oğlu da sığıntı gibi yaşadılar.

Oğlu, tapınağın arka tarafında, küçük bir odada yaşardı. Oradan hiç çıkmazdı. Öz bakımına dikkat eden bir delikanlıydı. Kendini zeytin yağla ovar, böylece temizlendiğini düşünürdü. Ortalıkta pek görünmemesi gerektiğini çoktan anlamıştı. Tüm gün bağdaş kurup oturur, tütün sarıp içer, gelenle gidenle sohbet ederdi. Annesi günde bir öğün yemek getirirdi ona. O da bir çorba biraz ekmek olurdu. Onunla doyardı. Adeta yok olmaya çalışırdı. Babasını ve diğerlerini rahatsız etmemek için yok olmaya çalışırdı. Ama ağzından dökülen inciler, inci tüccarlarının, bilgelik açlığı içinde olan samimi halkın ilgisini çekmekteydi. Artık yolu Kudüs’e düşen tüccarlar, bürokratlar, gezginler ona uğramadan geçmez olmuşlardı.

Yer altı örgütünün adamları olanları dikkatle izlemekteydiler. Babası yer altı örgütünün şefiydi. O yüzden bu oğlanı ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Öldürmek istemiyorlardı çünkü kanı kutsal bir kandı onlara göre. Ama o yaşadıkça da kendi tesis ettikleri, yürürlükte olan tin bu işten zarar görür müydü, ne kadar zarar görürdü bunu tartışıyorlardı.

İçlerinden birisi dedi ki, “bizim tinimiz kanla geçer. Bu şekilde yayılmamız ve daha geniş topraklara hükmetmemiz imkansız görünüyor. Yağsüren (halk tapınak bekçisinin oğluna böyle diyordu) sayesinde bu mümkün olabilir.”

“Nasıl?”, dedi diğer üyeler.

“Zaten şöyle bir kuralımız vardı. Dünyadaki bütün kurucular, liderler ve hazine sahipleri bizden olmalı, kuralı. E tamam işte! Yağ süren bizden biri, üstelik o herhangi birinin değil, tapınak bekçisinin oğlu! Ona “tanrının oğlu” diyelim. Anası da itaatkar bir kadın. Hiç sorun çıkarmadığı için ona bir mükafat vermek gerekir, ona da “kutsal bakire” diyelim. Böylece babamızın (kıdem sahibi olanlara, tapınak bekçilerine baba derlerdi) namını temizlemiş, annemizi de memnun etmiş oluruz.”

Hikaye uydurmak onların işiydi. Halkın hikayeyle yönetildiğini çoktan keşfetmişlerdi.

Yağsüren’in namı neredeyse bütün dünyaya yayılmıştı. Kudüs’e yolu düşen herkesin muhakkak ziyaret ettiği, halini hatırını sorduğu, duasını aldığı biri olmuştu.

Ama Yağsüren otuzlu yaşlarına geldiğinde ayağa kalkıp dışarı çıkmak istemişti. Odasının önündeki göle bakmak için dışarı çıktı. Cinlerden bir çoban kız ve erkek kardeşi onu gördü. Kız hemen aşık oldu. Kardeşinden düdüğünü öttürmesini istedi. Kardeşi o ahenkli sesi çıkarınca Yağsüren’in dikkatini çektiler. Artık oradan geçerken daima o ahenkli sese başvuruyorlardı onu görebilmek için. Bir seferinde sayısı milyonlarla bile ifade edilemeyecek bir ordu çıktı karşılarına. Hepsi tek tipti. Kapkara gölgeler halindeydiler. Kız çok korktu. Onu, kardeşini, güttükleri sürüyü, karşı taraftan gelen korkunç askerleri sadece Yağsüren görebiliyordu. Koştu ve kızı ezilmekten kurtardı.

Kız, bu uzun boylu, yakışıklı adama baktı ve “seni hep bekleyeceğim” dedi. Onu uzunca bir süre göremeyeceğini anlamıştı. “Dağın altında, yaşlı annem ve babamla seni bekliyor olacağım.”

Yağsüren pek durmadı bu olayın üstünde. O zaten oturduğu yerden, kalp gözüyle dünyayı seyreden bir kimseydi. İnsanlar ona türlü sorular sorarlar, eğer içinden yardım etmek gelirse, önünde bütün kapılar açılır, perdeler kalkardı.

Bir gün pazara gitmek istedi. Abasını attı omzuna ve kalabalığa karıştı. Onun gibi heybetlisini görmemişlerdi. Pazarı çok sevdi Yağsüren. O güne kadar hayattan, o günkü gibi keyif almamıştı. Bir pazarcının yanına oturdu ve bir süre alış verişi izledi. Dul ve çocuklu bir kadın geçti oradan. Kadın, Yağsüren’in annesi gibi çok güzeldi. Küçük oğlunun elinden çekiştirerek geçti gitti telaşla. Kadın herkesin dikkatini çekmişti.

Yağsüren, kadının mahcup, telaşlı ve tedirgin tavrından hikayesini anlamıştı. Ona içi ısındı. İlk defa evlenmek geldi aklına. Onunla evlenmek ve o babasız çocuğa baba olmak. Annesi gibi boynu bükük bir kadının derdine derman olmak istedi.

Bu düşüncelerle eve geldi. O sırada örgüt üyelerine haber gitmişti bile. Onun halkın arasına karışmak ve normalleşmek istediği anlaşılıyordu, son zamanlardaki hareketlerinden.

Örgüt üyeleri toplantıda bu durumu ele alacaklardı.

“O sıradan bir tüccar olamaz”, dediler.

“Annesine evlenmek istediğini söylemiş” dedi tapınak bekçisi.

“Hayır, soyu devam etmemeli!”

Kendilerini tanrının dünyadaki memurları olarak gören bu insanlar, hikayenin noktalanması gerektiğine karar verdiler.

Konsül mübaşiri kararı Tapınak bekçisine yüksek sesle okudu. “Ey mabedimizin koruyucusu ve hizmetkarı. Oğlunu mabedimize kurban olarak veriyor musun?”

“Veriyorum” dedi, tapınak bekçisi hiç düşünmeden. Böylece sorun da ortadan kalkmış olacaktı.

Yağsüren’in ne şekilde öldürüleceğine daha sonra karar verildi. O başka bir oturumun konusuydu.

Çok geçmeden, Yağsüren büyük bir yemeğe davet edildi. Baş köşeye oturtuldu. Dış dünyaya açılmaktan mutluydu. O akşam eve geldiğinde soğuk soğuk terlemeye başladı. Sabaha doğru ruhunu teslim etti. Onu çok seven dostu, onu o odaya gömdü. Başına zeytin dallarından bir taç yaptı. Sonra da uzaklara gitti. İzini kaybettirdi.

Yağsüren’e üzüldünüz değil mi? Bu hikayeyi dinlediğimde ben de üzülmüştüm. Tinne beni teselli etti. O cin kızla buluştuklarını ve evlendiğini anlattı bana. Hatta aramızda olduğunu ve çok sevdiği, “ticaret” denen zanaatla uğraştığını söyledi. Halı mı satıyormuş ne. Öyle bir şey.

Şunu da bilmelisiniz ki, Yağsüren eğer mağaradaki annesini bu kadar üzmeseydi başına bu işler gelmeyecekti. Bilgelik dolu anasından hoşnut değildi ve annesi ölmeden önce oğlu için bilgelik dilemişti. Dünyaya onun gözlerinden bakmasını istemişti oğlunun, hiç olmazsa bir defalık.

Bilgelik bu dünyada her zaman bir mükafat değildir, çoğu kez bir lanettir. Bilgelerin savaş sanatlarını da çok iyi bilmesi gerekir. Bilgelerin en çok ihtiyaçları olan şey hayatta kalma bilgisidir.

Önceki Sayfa Sonraki Sayfa

Defne Ilgaz, Rıfat Ilgaz, Afet Ilgaz, Absürd, Absürt, Mizah, Otobiyografi, Eğlenceli yazılar, Gülmece, Hiciv, Taşlama, Edebiyat, Roman, Deneme, Şiir, Tinne, Saçmalardan Seçmeler, Saçma, Acaip, Acayip, Acayip Dünya, Kadın, Komik, Komik kadın, Gülmece Güldürmece, Sıra Dışı, Fantastik,İlyas Temel şafak, Defne Ilgaz, Necati şaşmaz, Kurtlar Vadisi, Polat Alemdar, sahte Mehdi, adnan Oktar, İbrahim kalın, CIA, FBI, MOSSAD, Üçüncü Dünya Savaşı, necaaattii, ibne, godoş, orospu çocukları, sahil şaşmaz, abdülkadir şaşmaz, recai şaşmaz, zübeyr şaşmaz, panafilm, tayyar baba, elazığ, bkm, yılmaz erdoğan, güldür güldür, ali sunal, aydın ılgaz, mason biraderler, tapınak, ritüel, ayin, gizem, ezoterizm

 

 

 

 

 

– 32 – İğdiş Edilmiş Ruhlar

İĞDİŞ EDİLMİŞ RUHLAR 

Tinne, perdenin arasından baktı ve dedi ki, “Yecüc Mecüc bunlar.” 

Hadi canım, dedim.  

Baksana sürekli saklanıyorlar. Her işlerini gizlenerek, gizleyerek ve gözleyerek yapıyorlar, emellerine hep bu şekilde ulaşıyorlar. 

– Başka? 

– Kısa boylular. Hep siyah giyiyorlar. Siyah onların en sevdiği, en tercih ettiği, içinde en rahat ettikleri renk.   

– Üstelik de Doğu’dan geliyorlar? 

– Evet. 

– Ve sen tek başınasın. Beni sayma. Benim bir yardımım yok sana. 

– Varlığın yeter. Bana inanman, güvenmen yeter. 

– Merak etme ben seni tımarhaneye tıkmam. Bir de ne kadar kalabalıklar değil mi? 

– Evet Çin ordusu gibi. Hiç görmedim ama Çin ordusu böyle bir şeydir herhalde. 

– Her yerdeler. Ne yapacaksın? Ne yapacağız? 

– Yapabileceğimiz bir şey yok. Belli ki benim ölmemi istiyorlar. İntihar ederek ölürsem çok sevinirler.  

– Suçun ne acaba? 

– Kadın olmakla başlayabiliriz. Bir erkeğin koruması altında olmadan var olabilmek onları rahatsız ede gelmiştir.  

– Sen bunları nereden biliyorsun? 

– Okuyorum. Hayatı. İşaretleri. Kulak veriyorum, dinliyorum ve okuyorum. O kadar çok konuşuyorlar ve hiç susmadan, her daim o kadar çok bir şeyler söylüyorlar ki… Hep de aynı şeyleri söylüyorlar üstelik. 

– Yalnız ve güçlü bir kadın olmak mıdır tek suçun?  

– Güzel kadından nefret ederler.  

– Hayret! Ben de bayıldıklarını sanırdım.  

– Her yerde güzel kadın pazarlanıyor diye öyle düşündün değil mi? O gördüklerin mal, meta olmayı kabul etmiş ya da sahipli güzel kadın. Bir şekilde mülkün tapusu bir erkekte olmalı yani. 

– Bir erkek tarafından sahiplenilmemiş, yalnız, güçlü ve güzel kadın olmak mı Yecüc Mecüc saldırısına uğramanın sebebi? 

– Sahibin illa onlardan bir erkek olacak.  

– Anlamadım? 

– Şebekeye dahil olmamış erkekler de kurbandır. Eğer bağımsız bir erkekle berabersen seni de onu da çiğ çiğ yerler. 

– Hadi canım abartıyorsun! 

– Ben hep en yakınımdakilerden öğrendim her şeyi. Biliyorsun sıra dışı bir ailem vardı. Babam aziz pederdi ama kendi kilisesini kuran bir aziz peder. Ne zamanki Eydin dalmaçyalısı ve onun yüz arkadaşı kiliseyi sahiplendiler, babam rahat etti.  

– Rahattan mı ölüverdi yani? 

– O gönlünce evlenemediğinden ölüverdi. 

– ? 

– Eh her güzellik bir arada olmuyor ablam ne yapalım? Hem rahat edeceksin, hem kelebekler gibi o daldan bu dala konacaksın!

– Eydin’in annesiyle evlenseydi ya, ne kadar mutlu olurdu dalmaçyalılar? 

– Eh benim babam da eninde sonunda benim babamdır yani. Uyumluluk bir yere kadar. Çirkin ve yaşlı bir kadını ne yapsın? O gençleri, tazeleri sever. 

– Eydin çok ağlamıştır o zaman! 

Benim suratımı buruşturarak ettiğim bu lafa Tinne çok güldü. O da bağıra bağıra ağlama taklidi yaptı. Sus, dedim ona. Komşular duyacak. Komşularımız Yecücle Mecüc, duysalar ne olur, dedi. Hem onlar miniminiler! Gülmeye devam ettik bir müddet. 

– Hatırlıyor musun, Tartaryan’ın annesinin ayakları ne kadar küçüktü? 

-Hatırlamaz mıyım? Eve gelir gelmez, çantasından çıkarttığı kırmızı pabuçlarını şak diye atıp giymişti. Benim uzattığım pofuduk terlikler ne kadar ezilmişlerdi o kırmızı topuklu pabuçlar yanında? 

– Onlar da Yecüc Mecüc olmasın? 

– Onlar Yecüc Mecüc’ün ta kendisi, sen ne diyorsun? 

Elini “he heyy” dercesine sallamıştı Tinne. Kendimi gene aptal hissetmiştim. Şu kızın zekasına erişmek mümkün değildi. 

– Onun oğlu şebekeden işte, madem seni bu kadar seviyor, takip ediyor, gelip istese ya.  

– O normal bir erkek değil. 

– Nasıl normal bir erkek değil? 

– O hep kadın olmak isteyen erkek görünümlü bir zavallı. İlk başta acıyordum ona. Ama şimdi bulsam üzerine asit döker yok ederim. Sadece onu değil, bütün sülalesini. Yecüc Mecüc’ün çıktığı delik tam olarak onların hanesi! 

– Bak yaa… 

Şaşırmıştım. Gerçekten çok şaşkındım. “Noktaları birleştirin, bakın ne çıkacak!” oyunu oynuyorduk sanki. Ama bu noktalar birleşince ortaya tam bir felaket, akıl almaz bir trajedi çıkıyordu. 

– Onun idolüyüm ben. Benim gibi sarı saçlı, benim gibi yetenekli, benim gibi zeki olmak istiyor. Duymadın mı son köpürtajında ne demiş, “komik bir rol oynamak isterdim!” 

– O mu? Ya o tafya dizisi oynamacısı değil miydi? Komedyenlik ne alaka? 

– Bil bakalım ne alaka? 

Tinne gene yüzünü o sevimli şekillerden birine soktu. Tavana bakıyordu muzip muzip. 

-Ha… Bu adam harbiden sen olmak istiyor! 

– Aferin ablacım yani, nihayet!

– Yahu aslında benim de aklıma gelmişti, bu gariban doğulu, ne alaka sinema televizyon limited şirketi kurmak falan diye. 

– Rüyasında görmüştür belki.

Gene muzip muzip gülüyordu. Zavallı adam! Tinne olmak istiyordu. Bu ne büyük bir acıydı! Kıllı, esmer bir cüce olup, böylesi yetenekli, zeki, güzel bir sarışına dönüşmeyi istemek! Büyük bir acı, büyük bir ıstırap olmalıydı gerçekten. 

– Çok yazık… 

Diyebildim sadece. 

– Kendisi acı içinde kıvrandığı için benim de acı çekmemi, hatta mümkünse yok olmamı istiyor. 

– Peki etrafına bu kadar adamı nasıl topluyor?

– Onun durumunda çok erkek var. Bu tür acılarını gizleyen, gizlemek zorunda olan. Erkeklerden oluşan örgütlere zorla tabi edilmiş, bunun için seçilmiş, yetiştirilmiş olan. Daha çok küçükken taciz edilerek ya da tüm hayatları ile ele geçirilip, sıkı kontrol altında, kullanıla kullanıla büyütülmüş, sonra toplumsal saygınlık elde etmesi için evlendirilmiş, gene de diğer erkeklerin kendisinden sadakat ve hizmet beklemekten vaz geçmediği köle erkekler. 

– Şebeke dediğin bu mu? 

– Evet. 

– Erkekleri daima kadınlara tercih eden, kadınları bir arayüz olarak kullanan erkekçikler. 

– Onlar kendi acılarını dindirmek için dünyayı felaketlerden felaketlere sürüklerler. Onevizyonun başına geçip, güvenli ve pahalı ortamlarında içkilerini yudumlarken felaketleri izler ve tatmin olurlar. Bak, onlar benim gibi acılar çekmedi ama şimdi ne haldeler, derler kendi kendilerine. Kendi ezilmişliklerini, ezile ezile küçülüp ufacık olmuş ruhlarının acısını giderebilmek için doğayı zehirleme bahasına büyük büsbüyük kocaman dev sanayiler kurar, kocaman saraylarda, büyük boy yataklarda uyur, büyük ve geniş, gösterişli arabalara ihtiyaç duyarlar. 

– Ve şimdi bu hastalıklı, sapık ruhlar, Tartaryan’ın sana eziyet etmesini seyredip tatmin oluyorlar?!. Bak, şimdi anlıyorum. 

– Tartaryan tatmin oldukça onlar da tatmin oluyorlar. 

– Bunlar aslında Mersomnesliler ve onların eline daha küçük yaşta geçmiş iğdiş edilmiş zavallı insancıklar. 

– Dünyayı onlar mı yönetiyor? 

– Hayır, pis işler onlara havale ediliyor. Çünkü iğrenme duyguları, ahlaki kaygıları, vicdanları kalmamış mahluklar onlar. Bu dünyanın bütün pis işlerinin yürütücüleri.  

– Tafya, madde, silah ve namusun yani onurun ayaklar altına alındığı her türlü ticaret.  

– Siyaset bunlardan biri olabilir mi? 

– Siyaset bu dünyanın en pis işidir. 

– Anladım. 

Sessizlik oldu. Ayağa kalktım. Perdeyi araladım ve sarı bezler asılmış karşı balkonda, gece gündüz oturan, oturmalarını makul göstermek için de nöbetleşe ve aralıksız sigara içen, “bunlar bütün gün hiç iş yapmıyor mu” denmesin diye balkon demirlerine sürekli göstermelik bir şeyler asan, fakir oldukları besbelli, mutsuz suratlı, iyi beslenmedikleri gayet iyi anlaşılan o insancıklara baktım. 

– Bunlar kim, dedim. Duyacaklarımdan peşin peşin üzülerek.  

– Onlar hayatlarının hiçbir değeri olmadığını bilen gariban insanlar. Kendilerini adamak, yaşamlarından vazgeçmek onlar için çok kolay. Çünkü değersizlik duygusu ile büyüdüler. Şimdi onlara birileri iş verdi. Onların “devlet” zannettiği birileri. Artık kendilerini önemli ve değerli hissediyorlar. Hiç yorulmadan, yaz sıcağında güneş başlarına geçerken bile kımıldamadan orada öylece duruyorlar işte. Ne yazık ki o sapıklar bu insanları kendi zevkleri, eğlenceleri için kullanıyorlar. Oysa ataları siperlerde ne kahramanlıklar yapmışlardı bu zavallıların, kim bilir? 

– Siyaset o mahlukların elindeyse devletten de hayır beklememek gerek. 

– Dur bakalım ablacım. O kadar umutsuz olma. 

– Umut mu bıraktın bende be Tinne! Git Allah aşkına! 

– Ben düşmedikçe ne vatan düşer, ne dünya. Sen hiç merek etme. Ateş etrafımızda gezinir durur, bizden korkar. Ateş kimi yakacağını bilir. 

– Öyle olsun bakalım Tinne’ciğim. 

Önceki Sayfa Sonraki Sayfa

Defne Ilgaz, Rıfat Ilgaz, Afet Ilgaz, Absürd, Absürt, Mizah, Otobiyografi, Eğlenceli yazılar, Gülmece, Hiciv, Taşlama, Edebiyat, Roman, Deneme, Şiir, Tinne, Saçmalardan Seçmeler, Saçma,Acaip, Acayip, Acayip Dünya, Kadın, Komik, Komik kadın, Gülmece Güldürmece, Sıra Dışı, Fantastik