– 46 – KARTOPU OPERASYONU

– 46 – KARTOPU OPERASYONU

Tinne uzun zamandır ilk kez yalnız çıkıyordu dışarıya. Halk pazarlarını severdi. Sebzenin meyvenin en iyisi ve tazesi orada olurdu. Kereviz tezgahında, bütün dikkatiyle, boyutlarıyla, yapraklarının canlılığıyla, ha birde kokusuyla en iyi kerevizi seçiyordu. Kimseye çaktırmadan koklardı sebzeleri. Sıkardı, evirir, çevirirdi.

“Herkes zeytinyağlı yapar ama bunun etlisi de çok güzel olur.”

Sesin geldiği yöne çevirdi başını, pazarda görmeye alışık olmadığı türden bir kadın ona akıl öğretmeye devam etti. “Terbiyeli yapılır, yumurtanın sarısı limon falan.”

“Biliyorum” dedi, Tinne. “Zaten ben öyle severim ama kocam zeytinyağlı seviyor.”

Kadın güldü. Şapkasının tülünü kaldırmasa fark edemezdi Tinne onun güldüğünü.

“Kesin anası da öyle yapıyordur!”

Tinne, elini beline koydu. Uzun, esmer kadına, gülerek ” bir denese hep bundan ister ama…”

” Denemez onlar!..”

İkisi de kahkahalarla güldü. Sonra da birbirlerine sarıldılar.

Kadın tepeden tırnağa siyah giyinmişti. Tırnakları nar çiçeği rengindeydi. Aynı renkte ruj sürmüştü.

“Neredeydin?” diye sordu Tinne.

“Ortalık biraz sakinleşsin diye bekledim.”

“Hadi canım ne sakinleşmesi Üçüncü Dünya Savaşı başladı, ne sakinleşmesi!”

“Evin yakın değil mi? Çayın var mı?”

“Sen ne diyorsun? Çayım var, çorbam var, yeni yaptım, elmalı kurabiyelerim de var!”

Eve çıkarlarken benim de zilime bastılar. Kapıyı açıp Nabu’yu karşımda görünce çığlığı bastım, kapının önünde hasret gidermemiz beş dakika sürdü.

Elyase bizim için sobayı yaktı. Tinne eve bir fırınlı soba kurdurtmuştu. Kötü günleri bahane etmişti ama aslında Balkan börekleri ve kuru fasulye için kurdurtmuştu. Elyase çok itiraz etmişti ama kurulunca da sobanın üstünde çay ve sucuk yapma işini üstlenivermişti.

Nabu şapkasının iğnesini çıkarıp yanına koydu. Tinne’nin koltukları sanki ona küçük gelmiş gibiydi. Şöyle bir etrafına baktı. Gözleri doldu. “Senin adına çok sevindim.” dedi, ağlamamak için kendini zor tutuyordu. “Sağ ol.” dedi Tinne. İkisi de duygulanmışlardı.

Bu tip insanlar çok soru sormazlardı. Nasıl oluyorsa, onlar lazım olanı bilirlerdi. Nabu şöyle bir etrafına baktı. Üst üste dizilmiş kitapları gördü. Kitaplar öbek öbek her yerdeydiler. Aynı anda okundukları, defalarca okundukları belli oluyordu. “Bıraktığım kitapları okumuşsun, eskitmişsin hatta.”

Çayı koyarken, kahkaha attı Tinne. “Ne diyorsun, ona benzer daha bir sürü aldım. Elyase okulun kütüphanesinden bana taşıdı hep. Tosyolobi de neymiş be!”

Tinne şöyle bir durdu. Coşkun akan o pınarın sesi sustu. Nabu dikkatle Tinne’ye baktı. Tinne nereden başlayacağını bilmiyordu. Her sözünün önem arz ettiğini bilmek, ne kadar büyük bir sorumluluktu! Tinne ağzından çıkan her sözü tartmak zorundaydı. Dost da düşman da büyük bir dikkatle onun ne yapacağını, ne söyleyeceğini, kime kızacağını, kimi seveceğini, neyden mutluluk duyup, neye üzüleceğini ölçüp duruyordu. Belli ki bu işkence gibi durum, o ölene kadar devam edecekti.

Ben Nabu’nun gözlerine baktım. Gece gibi siyah gözleri, uzun ve kıvrık kirpikleri Tinne’yi bekliyordu. Tinne’nin tam şu anda, ne diyeceğinin herkes için önemli olduğunu sezmiştik.

“Onları Kartopu Örneklem Yöntemiyle…” Tinne durdu. Nabu’ya dik dik baktı. “…tespit edeceğiz.”

Nabu güldü. İçinden “işte bu” dediğine emindim. Başını salladı.

Tinne arkasına yaslandı, çayını yudumlarken sordu. “Her şey yolunda mı?” Sorması gerekiyordu sordu.

“Sayılır” dedi Nabu. “Fena değil.”

Nabu yedi seneden sonra ortaya çıkabildiğine göre, durum çok kötü değildi. Tinne’yi eliyle koymuş gibi bulabildiğine göre de, iyi bile sayılırdı. Ama tabi, daha iyi olabilirdi.

Elyase de benim gibi lafa karışmadan dinliyordu. Anlamadığı çok şey vardı ama bunu sorun etmezdi. Tinne’yi seviyordu, yüzlerce binlerce yıldır, aradığı ve hasretini çektiği yârini bulmuştu. Sıra dışı insanları yargılamaz, hatta onları severdi. Bir kaç keskin ölçütü vardı. Onlar söz konusu olduğunda sesini yükseltir, ama Tinne işin içindeyse anlayışlı davranır, sesini çıkarmazdı. (Dağdaki şalvarlı savaşçıları hiç sevmezdi mesela.) Tinne onu da kerevizleri seçer gibi seçmişti. Bu adam hainlik yapmaz, ölene kadar hatta daha sonrasında bile sadık bir yar olmaya devam ederdi. Anlaşamadıkları konular sevgilerine de birbirlerine ettikleri yemin de zarar veremezdi.

Zamanımızda insanlar dürtüsel davranıyorlardı. Daima sadece kendilerini heyecanlandıran seçeneklere yöneliyorlardı. Tinne zaten öteden beri başkalarının heyecanlandığı hiçbir şeye heyecanlanmazdı. Mesela lüks bir araba ona bir şey ifade etmezdi. Gösterişli olan her şeyden nefret eder ama bayrağımızı görünce muhakkak gözleri dolardı. Onu anlamak mümkün değildi. Tinne’nin karşısına çok yanlış bir kobay koymuşlardı. Nonoş Tartaryan gibileri Tinne’yi muhakkak heyecanlandırırdı ama umdukları gibi değil.

Siz onun heyecanlandığını hiç gördünüz mü? Ben birçok kez gördüm. Ama o heyecanlandığı zaman hep büyük şeyler olur. Ne bileyim mesela bir yangın, bir patlama, bir suikast falan.

Yüksek Batılılar bu sefer baltayı taşa vurmuşlardı. Estetik ameliyat yapıp, takım elbise giydirip altına gösterişli araba verip Tinne’nin mahallesine konuşlandırdıkları Nonoş Tartaryan, Tinne’yi gerçekten çok heyecanlandırıyordu. O kadar heyecanlanıyordu ki yüksek ya da alçak Batı istikametine düşen her şeyi ve herkesi imha etmek istiyordu.

“Deneylerde mahremiyet olmaz değil mi?”

Nabu soruyu anlamıştı ama netleştirmek lazımdı. “Nasıl yani?”

“Alanda gözlem, doğal ortamda gözlem… İki türü var bunun. Bunların üzerimde kullandıkları yöntem, Doğal Ortamda Gözlem dedikleri.”

Nabu başını salladı. Kurabiyesi bitmesine rağmen hala daha yalanıp duruyordu. Kalkıp tabağına bir kaç tane daha koydum.

“Hipotezleri yani ‘Ho’, kadın suçludur, kötüdür, bütün günah onundur, şeytandır. Erkek masumdur, zavallıdır, kötü kalpli kadınların kurbanıdır falan. Karşı hipotezleri yani ‘H1’ kadın haklıdır, masumdur?”

“Evet, öyleydi” dedi Nabu, biraz utanarak.

“Siz de bu karşıt hipotezi temsilen deneye yani oyuna dahil oldunuz?” Nabu başını salladı, çatalıyla tabağındaki kırıntıları bir kenara topluyordu.

Tinne kalktı ve kitap yığınına yöneldi. Nasıl yaptı anlamadım ama bir tanesini çekti ve aradığı sayfayı hemen buldu. Okumaya başladı:

“Kartopu örnekleme yapmak için herhangi bir şekilde, evrendeki birimlerden birisiyle bağlantı kurulur. Sonra bağlantı kurulan kişinin yardımıyla bir başkasıyla, daha sonra yine aynı yolla bir başkasıyla temas kurulur. Böylelikle örneklem, kartopu etkisi şeklinde, zincirleme olarak büyütülür.”

Başını kitaptan kaldırdı ve “aynısını onlara yapacağız” dedi.

“Evrenimiz, her türlü ahlaksızlığı ustalıkla yapıp toplumda sevilen sayılan kişi olmayı becermiş sahtekarların hepsi. Erkek görünümlü olanlar. Örneklem grubumuz, şu beni çarmıha gerip, yıldıza oturtup, linç etmelere doyamayan masal kanalı. Tartaryan ve onu destekleyen herkes. Ona ekmek, su veren herkes. Sahip olduğu, sevdiği, övündüğü ne varsa kim varsa.”

Nabu donmuş gibiydi. Onun bu kıpırtısızlığı kafasındaki kayıt cihazının çalışmakta olduğunu gösteriyordu. Korktuğunu düşünmeyin. Sevenler korkmaz.

Tinne sehpanın üzerindeki kilağı aldı eline. “Bak, bu şarkı bizim neşriyatımızı anlatıyor.”

Nabu kaşlarını kaldırdı. “Neymiş bizim neşriyatımız?” dedi. Bununla ilgilenmişti. Siyon Amca’nın neşriyatını terk edeli çok olmuştu. Herkesin bir neşriyata, kurallar, kaideler, yasalar bütününe, bir sistematiğe ihtiyacı vardır.

Neşriyatımızın sloganı şu: “Bir yerine bin cezayla…”

Şarkı bir haine yazılmıştı. Şifrelerimiz çeşitli yerlere gizlenmişti ve Tinne onları tek tek bulup çıkartıyor, en anlamlı, en doğru şekilde birleştiriyordu.

“Sarah adındaki kadını duymuş muydun, hani şu siyah güzel kadın, özellikle de kalçası güzelmiş?”

“Çok acıklı bir hikayesi var.”

“Onun hikayesi bütün acıklı hikayelerin toplamı gibi. İçinde erkek var, emperyalizm var, ırkçılık var, Siyon Amca var. Hayvan yerine konan, teşhir edilen, taciz edilen, üstünde deneyler yapılan insan var. Kurban edilen kadın var.”

“Ben ona yazılmış şiiri biliyorum. Şu, seni eve götürmeye geldim, diye başlayan…”

“Okusana.”

“Seni eve götürmeye geldim eve, hatırlar mısın bozkırı? Yemyeşil çimeni, büyük meşe ağaçlarının altındaki? Hava serindir orada, güneş de yakmaz. Bir tepenin eteğine serdim yatağını…”

Nabu burada ağlamaya başladı. O da siyahi bir kadındı ve bu şiir, hepimizden çok onun canını yakmıştı.

Tinne elindeki kilağı Elyase’ye verdi ve Nabu’ya sarıldı.

Onlar ağlaşırken Elyase kilağı koydu.

Tinne Nabu’nun kulağına fısıldadı. “Kartopu operasyonunu Sarah için yapalım.”

Nabu başını salladı. Ezilmişlerin, itilip kakılmışların, horlanmışların da iyi yerlere geldikleri, gelebilecekleri doğrudur. “Ev zencisi” ya da odalık olmaları şartıyla. Nabu bunu reddetmiş, bu uğurda hayatını ortaya koymuştu. Baphomet’in mabedindeki yerini kaybetmişti ama artık Tinne’nin başkomutanıydı. Kimsenin önünde eğilmek, secde etmek ya da kendini hiç ederek birilerini memnun etmek zorunda değildi. Artık Tinne ona etli kereviz yapacak, gece uyurken üstünü örtecekti.

Hiç şüphe yok ki Tinne’nin küçük evi Baphomet’in mabedinden daha genişti.

Önceki Sayfa Sonraki Sayfa

– 37 – MODERN HIRSIZLAR

 

MODERN HIRSIZLAR

Makriköy Hezenengi Karadümbüklü uzun ihtiyar Har’ol Elendi’nin, Maes’e ev tutup, eline bol para ve sınırsız özgürlük vererek sözde koruma altına aldığı günlerde, Tinne çıraklarından rica etmişti. “Kimse beni dinlemiyor, lütfen siz söyleyin bu adama, kızımı rahat bıraksın” diye. Olur dedi hain olmayan çıraklar. Makriköy Hezenengi Karadümbüklü uzun ihtiyar Har’ol Elendi’yi aradılar.

“Ben hiskolokum” diyerek kendini tanıttı Sera, “Maes’e çok fazla şeker veriyorsunuz, yapmayın. İlla yardım etmek istiyorsanız, onun okulunu bitirmesine yardım edin. Ayrıca kızına ev tutmanızdan ötürü annesinin çok rahatsız olduğunu, buna asla rızasının olmadığını da söylemem gerekiyor.”

“Maes hiç şeker yemediğini söylüyor. Annesi şibobren olduğu için yardım ediyoruz ona. Yakında Harcentın’a da gidecek, okul okumaya.”

“Nasıl yani?” dedi Sera.

“Kespanyolca öğrenecekmiş.”

“Ama okulu daha bitmedi ki yarım bırakıp nereye gidiyor? Üstelik dünyanın ta öbür ucuna?”

“Anneannesi Vagna Hanfendinin izni var. Annesi şibobren olduğu için Maes hakkındaki kararları onunla veriyoruz.”

“Bakın Tinne Hanım şibobren değil. Vagna Hanım da yeterince zengin, neden sizden kaymak yardımı alıyor? Neden Maes’i siz finanse ediyorsunuz?”

“Ben bu sorulara cevap vermek zorunda değilim. Vaktim yok. Hadi eyvallah.”

Sera, ustası Tinne’ye bu konuşmayı olduğu gibi aktardı.

Her hikayenin bir kalbi vardır. Tinne’nin hikayesinin kalbi Makriköy’de yaşananlardı. Makriköy’de Tinne’nin kalbini söküp çıkartmışlardı. Ne tımarhane, ne çocuklarının babasıyla yaptığı evliliği, ne meydanın ortasında durup herkese meydan okuması…

Tinne en büyük kararlarını Makriköy’de verdi, orada yok oldu ve orada var oldu.

Kızı ölseydi daha mı iyiydi?

Yanlış yola sapmış, kerih olanın yaldızlarını, yıldızlarını sökmek gerekir, o doğru. Özenmiştir, gözü boyanmıştır, kanmıştır, kandırılmıştır.

Ama namus temizliği yukarıdan aşağı yapılır: Önce tasallut olanlardan başlanır. Sonra satışa yardım edenlere gelir sıra. Satılmış olanın ne suçu var?

Sadece intikam alacaksanız aşağıdan yukarıya doğru bir operasyon en güzelidir. Tepedekinin paniğe kapılışını seyretmenin zevki hiçbir şeyde yoktur.

Ama namus temizliğinde birinci derece suçludan, sorumludan başlar, aşağıya doğru inersiniz. Tepedekinin gücüne güvenerek azanların, pireler gibi kaçışmasını seyretmek, burada en ibretli ve en tatmin edici “katarsis” olacaktır.

Aynı anda hem anneye hem kıza musallat olmak, gerçekten ibretli bir yok oluşu hak ediyordu. Birini sevince, ona sahip olmayı istemek anlaşılır bir şeydir. Ama sahip olamayınca kötülükler yapmaya başlamak ne anlaşılır, ne kabul edilir, ne de affedilir.

Tinne, kötülüklerin çeşitlerini ve cezalarının ne olması, nasıl olması gerektiğini kafasında oluşturmaktaydı. Dünyada “erkek kötülüğü” gibi sınır tanımaz başka bir kötülük çeşidi yoktu! Tinne, erkeklerin kadınlara ve topraklara yaptıkları kötülükleri yavaş yavaş öğreniyor, üstünde düşünüyor ve kafasında bir tür “temizlik hiyerarşisi” yaratıyordu. Bu temizlik türüne atalar Neşriyat demişlerdi. İyilik, iyilik neşrederdi, kötülükse kötülük. Böylece iyi davranışın sonuçları iyi, kötü davranışın sonuçları kötü olurdu. Tinne, artık hiçbir neşriyat yasasına göre bu suçluların cezalandırılmadığını, bilakis bu tür suçların en büyük ve en rezillerinin artık “neşriyatçılar” tarafından işlendiğine şahit olmuştu. Hem de en yakından ve kendi gözleriyle.

Bu kötüler, “benim olmayan, kara toprağın olsun” demiyorlardı. Bunlar sahip olamadıkları kadını balçığa, çamura bulanmış görmek istiyorlardı. Bir zamanlar aşkla peşinden koştukları kadın tezgahta sermaye olsun, satışa sunulan mal olsun, ucuzlasın, iyice değersizleşsin istiyorlardı. Bunlar gibi kötüyü dünya görmemişti. Şeytanın, yoldan çıkarmaya çalıştığı insanın elinde esir düştüğü, erken itiraz edip, konuyu sonuna kadar dinlemediği için çok pişman olduğunu düşünüyordu Tinne. “Çoktan tövbekar olmuştur” diyordu Şeytan için.

Dünyayı yazılı olmayan kurallarla yönetiyorlardı. Çünkü bu aşağılık erkeklerin kuralları yazılamayacak kadar kötü, çirkin ve mantıksızdı. Halihazırda geçerliliği olan hala o kokuşmuş köhne sözleşmelerdi. İnsanoğlunun kanıyla yazdığı, eşitlik, barış, adalet getirecek bildirgeleri asla yürürlüğe koymuyor, sadece “göstermelik” olarak vitrinde tutuyorlardı. Hayatı bir oyun gibi görüyor, takımları sağ-sol, siyah-beyaz gibi anlamsız taraflara ayırıp, muhakkak kazanandan yana oluyorlardı.

“Haklı ezilenler”, kendilerini sadece yerel, küçük ve yasal olmayan çatışma örgütleriyle savunuyor, ana akım ise, hala ve hala içten içe çürüyerek kokuşmuş olan saraylardaki tahtlara çöreklenmiş çirkin sülüklerin elinde tutuluyordu.

Tinne eskiden, yani bütün bu çirkinlikler başına gelmeden önce, belli bir denge tutturmuş yaşayıp gidiyordu. Elbet burnuna bu kötü kokular daha önce de geliyordu. Ama kokunun kaynağının, başa çıkabileceğinden çok daha büyük olduğunu anladığı için, kendisinden sadır olan o mis rayihanın içinden çıkıp toplum içine karışmıyordu. Şimdi anlıyordu ki bu pisliği ondan başkası temizleyemez! Sahip olduğu her şeye tasallut olan bu açgözlüler sürüsü, ona, hep bir ağızdan “bizi temizle, bizi yok et” diyorlardı adeta. “Sen bizi yok etmezsen biz sadece seni ve yavrularını değil, bütün dünyayı yutacağız!”

Onun verdiği bu savaş, bütün dünya tarafından seyrediliyordu. Nihayet iyi bir savaşçı bulmuş olan aç gözlü seyirciler bayram ediyordu. Arenada kutlama vardı yani! Hiç kimse şimdiye kadar onun kadar akıllıca, sanatlı ve içinden birçok dersler çıkarılabilecek şekilde savaşmamıştı.

Tinne’ye hayran olan, acıyan, sevdiğini söyleyen, sempati besleyen onca insana sorsanız, onun içinde bulunduğu bu berbat durumun bitmesini asla istemezlerdi. Tinne’yi temsil eden bir takım semboller yaratmışlar, o sembollerin önünde törenler düzenleyip ayinler yapmaya çoktan başlamışlardı. Tinne’nin kuşatıldığı ve taciz edildiği mahallenin kaç numaralı mahalle, kapısının kaç numaralı kapı olduğunu hepsi çok iyi biliyor ama ona yardım emek için en ufak bir girişimde bulunmuyorlardı. Üstelik Tartaryan’ın mahalleye yerleştirdiği izlengeç sistemleri sayesinde hepsi evlerinde oturup çekirdek çitleyerek Tinne’nin ağlayışını, haykırarak beddualar edişini seyrediyorlardı. Tinne’nin ağzından en kızdığı zamanlarda bile öyle güzel, öyle bilgece sözler dökülüyordu ki hemen kağıda kaleme sarılıp o bilgece sözlerden, deyişlerden, şiirler, romanlar üretiyor, enstrümanlarını onu izledikleri ekrana yakın bir yere koyup, bestelerini anında yapıp yakıştırıp, alelacele piyasaya sürüyorlardı.

Aslında için için hepsi Tinne’nin ölmesini bekliyorlardı. Tinne, hayatta ve acılar içinde kıvranıyorken, sanki o çoktan ölmüş gibi davranıp yas tutuyorlar, onlar da acı çekiyor gibi yapıyorlar, hatta kendilerini ona benzetip “Hepimiz Tinne’yiz!” sloganları atarak sahte bir hüzünle dolaşıyorlardı. Tinne öldükten sonra, belki onun adına kurulacak mabette bir rütbe, bir mevki, bir loca kapabilmek umudu taşıyorlardı içlerinde. Tinne’nin yerine geçirecekleri halifeyi çoktan belirlemişlerdi: Tartaryan’ın annesi! Taklit ve yalan ustası olan Kumsal Hanım, Tinne’ce bir bilgelikle ezberlediği sözleri tekrarlayıp duracak, hep olmak istediği Azize’liği böylece tadabilecekti. Buna onay verip yayanlarsa oğlu Tartaryan’ın şerrinden emin olacaklar, bu çirkef yaratığın belasından korunmuş olacaklardı.

Tinne’yi seviyor görünenler onu bir ağaçla sembolize ediyorlardı. Tinne’nin familya adı bir dağ adı olduğu için onu “dağın zirvesinde saklı define” olarak betimliyorlardı. Tinne’nin sözlerini Tartaryan sayesinde an be an dinleyip, kaydediyor, yani riske girmeden güvenli bir şekilde “çalabiliyorlardı.” Böylece yeni dinin kitabını yazıyorlardı bile. Kitap bittiğinde Tinne’nin acıklı öyküsü de bitecekti. Daha önceki bütün bilge kişilere yaptıkları gibi onu da öldürecekler, hayatını da sözlerini de ona en çok acı verenlere, katillerine devrederek sahte bir kutsal ve asil soy oluşturup, işbirlikçi yeni asiller ve azizeler için, yeni saraylar ve yeni mabetler inşa edeceklerdi.

Onun canından çok sevdiği yavrularını yok edecekler, onun çirkin üvey kardeşleri Dalton ve Dalmaçyalıların nesillerinden asil kutsal soy yaratacaklardı. Hayatında bir kez bile görmediği Tartaryan’ı dillere destan bir aşk hikayesinin kahramanı yapılacak, sonra da Tinne’nin doğal koruyucusu ve mirasçısı ilan edeceklerdi.

Bu formül hep böyle yürümüştü. Bilin ki asil olduğu iddia edilen hiçbir soy asla asil değildir. Onlar muhakkak, ulu bir bilge kişinin ölümüne sebebiyet vermiş hasetçi hainlerin soyudur. Bir define vardır ve asil sandıklarınızın ataları ona çöküp gerçek sahiplerini öldürmüşlerdir.

Söz gelimi, son din ustasının gerçek torunları Türk illerine kaçırılmış, ona düşmanlık ve kıskançlıktan başka bir şey yapmamış olan üvey oğulları kutsal soy olduklarını ilan etmişlerdi. Bu hikaye tutsun diye, son din ustasının sözleriyle kutsadığı kızı, kendini yok etmeye zorlanmış, onun çocukları ibretlik bir infazla ortadan kaldırılmıştı.

Tartaryan ellerini ovuşturup duruyordu. “kapıyı kim bekliyorsa çorbayı o içer” diyordu da başka şey demiyordu. Biri gelip de Tinne’ye bir yardımda bulunacak diye ödü kopuyor, sabah akşam kapılara, balkonlara diktiği nöbetçilerle kuş uçurtmuyordu. “Benim hakkım” diyordu naralar atarak! “Pastadaki en büyük pay benim hakkım! Bu felaket kadını burada ben durduruyorum, ona her türlü çelmeyi ben takıyorum! Öyleyse benim hakkım!” Cinnet hali içinde sayıklayıp duruyordu, “kaynağın başını kim tutmuşsa suyu o satar” gibi yeni yeni maniler uyduruyordu. İşbirlikçileri, yani müşterileri de kuşatılmış mahalleden gelecek yeni bilgelik dolu sözler, yeni gerçek acılar, gerçek gözyaşları, yani yeni hikayeler, kilm endüstrisi için yeni malzemeler için seslerini çıkartmıyor, her türlü hikayede Tinne’ye en çok kötülük yapan adamlar olan, uzun ihtiyarla, nonoş Tartaryan’ı, Tinne’nin sevgilisi, eşi, koruyucusu, dostu gibi göstermeye dikkat ediyorlardı.

Tinne sadece evinin penceresinden ve onevizyon ekranından bakarak bile dünyadaki çarkların çirkefliğini, rezaleti görüyor, düşüncelerinde yeni neşriyatı şekillendiriyordu.

Tabi bunu benimle ve sadık çıraklarıyla, sonraları sadık eşi ile de konuştuğu oluyordu. Tartaryan’ın hızlı servis sitemiyle, onun bu fikirleri de hızla satışa sunuluyor, kendi yarattığı bu yeni neşriyatı da sahiplenip aralarında pay ettiklerini onevizyondan izliyor, umutsuzluğa kapılıyor, artık sadece ve sadece bu evreni yaratanın adaletine güvenebileceğini düşünüyordu.

Onun tımarhaneye yatırılması için gerekli bütün tetikleyicileri, Agarikalılarla birlikte ustalıkla organize eden Tartaryan, kilmlerde Tinne’nin kurtarıcısı olarak lanse ediliyor, bu gerçekten Tinne’nin içini iyice acıtıyordu.

Yaşadığı her şeyin çarpıtılarak anlatılışına kendi gözleriyle şahit olmak, şimdiye kadar hiçbir bilgenin başına gelmemişti. Ona ölmüş, sanki yokmuş gibi muamele ediyorlardı. Daha ölmeden sözlerinin kötülere, “kaymak ve saygınlık” kazandırmak için kullanıldığına şahit olmuştu. Yaşantısı an be an, onevizyon seriyallerine ve kinoma kilmlerine konu oluyor, alçak ruhlu erkeklerin yüceltilmesi için gerçeklerin ustalıkla çarpıtıldığına, kendi gözleriyle tanık oluyordu.

Bu hırsızlık bütün bilgelere yapılmıştı. Ama onlar ortadan kaldırıldıktan sonra. Hepsinin sözleri çalınmış, hayatları ve verdikleri mesajlar çarpıtılmıştı.

Saraylarda ikame edilenler, mabetlerde vazifeli olanlarla el ele verip dünyanın kanını emiyorlardı. Bunu bir süre daha yapabilmek için onlara yeni etkileyici ve anlamlı sözler, yeni hikayeler lazımdı. Kinoma endüstrisinin de bir saniye bile durmadan, gece gündüz çalışarak, dünyayı uyutabilmesi ve kandırabilmesi şarttı.

O yüzden Tinne’den vazgeçemiyor, Tinne’ye bir lokma su bile vermeden, onun işkencecisi Tartaryan vesilesiyle, ihtiyaçları olan ne varsa, kolayca elde ediyorlardı.

Önceki Sayfa  Sonraki Sayfa

Defne Ilgaz, Rıfat Ilgaz, Afet Ilgaz, Absürd, Absürt, Mizah, Otobiyografi, Eğlenceli yazılar, Gülmece, Hiciv, Taşlama, Edebiyat, Roman, Deneme, Şiir, Tinne, Saçmalardan Seçmeler, Saçma, Acaip, Acayip, Acayip Dünya, Kadın, Komik, Komik kadın, Gülmece Güldürmece, Sıra Dışı, Fantastik,İlyas Temel şafak, Defne Ilgaz, Necati şaşmaz, Kurtlar Vadisi, Polat Alemdar, sahte Mehdi, adnan Oktar, İbrahim kalın, CIA, FBI, MOSSAD, Üçüncü Dünya Savaşı, necaaattii, ibne, godoş, orospu çocukları, sahil şaşmaz, abdülkadir şaşmaz, recai şaşmaz, zübeyr şaşmaz, panafilm, tayyar baba, elazığ, bkm, yılmaz erdoğan, güldür güldür, ali sunal, aydın ılgaz, mason biraderler, tapınak, ritüel, ayin, gizem, ezoterizm