– 45 – BAPHOMİA VE BEN
– 45 – BAPHOMİA VE BEN
Baphaomia salgınından korunmak için pek dışarı çıkmıyorduk. Elyase de öğrencilerine uzaktan ders anlatıyordu, çatıya çıkıyor çatıdan çatıya dersini öğretiyordu. Birbirimize yaklaşmıyor, sarılmıyor, el sıkışmıyorduk. Tinne, Elyase ile huzurlu hayatına bir battaniye gibi sarılmış, izleme halindeydi. “Ben yapacağımı yaptım”, diyordu. “Bu dünyanın en şişkin canavarları bana harladığında, isimlerini bir bir dağlara taşlara yazıp, devlete mektup attım. Artık yapacağım bir şey yok, çünkü bak, devlet var.”
Onun, suçluları teşhis edip, delil toplaması uzun ve sancılı bir süreç olmuştu. O zaman ne yazık ki Elyase yoktu. Tinne yavrularını, enselerinden tutup kah batıya kah doğuya kaçırıp duruyordu. Kötülük, intikam, marazlı ruhlar, hortlamış gulyabaniler gibi onun peşini bırakmıyor, oradan oraya nereye gitse takip ediyor, takip etmekle kalmıyor, zulüm de ediyorlardı. “Ben şimdi devlete söyledim, devletin haberi var. Bana karşı işlenen bu, şebekeli suçlar, cezasını bulmazsa, ya da en azından benden çalınanlar bana teslim edilmezse, olacakları artık devlet düşünsün.”
Tinne, herkese altın biriktirin diyordu. Bir gün bacalı sobayla ısınmak zorunda kalabilirsiniz, delikleri yok etmeyin diyordu. Çok yemeyin, çok alışveriş etmeyin, çok gezmeyin, hasta olmamaya bakın, diyordu. Dedikleri çıkmaya başlamıştı bile. Baphomia salgını bütün dünyada hayatı sekteye uğratmıştı. Her gün yüzlerce insan ölüyordu. Her aile muhakkak baphomiaya en az bir kurban veriyordu.
“Benim etim zehirlidir” diye açıklamıştı, bunu bana. Anlamamıştım tabi. “Benim çok fazla hakkım var, üstünüm ben”, diye cevap verdi. Onun ağzından duymaya hiç alışık olmadığım bir sözdü bu: “Üstünüm ben!”
“Kendimden daha üstününe denk gelmedim.” diye devam etti, büyük bir rahatlıkla. parmaklarıyla bir bir saydı. “Yetimdim, duldum, yetimlerim vardı. Zaten kadın olmak üstün olmak için yeter, ben yapayalnızdım ve yetimlerim vardı.”
“Bu mu” dedim, yüzümü buruşturarak. “Üstünlüğünün kaynağı bu mu?”
“Bu.” dedi, kendinden emin şekilde.
“Kendime de çocuklarıma da her daim kendim baktım, kendim sahip çıktım. Bu öyle bir üstünlüktür ki! Ve her daim hakkım yendi. Hakkım yendikçe, hakkım olanı birileri benden esirgedikçe, rütbem iyice yükseldi. Sonra dünya dadandı bana; ruhumu, acılarla dolu hayat hikayemi çalıp kilm yapmaya, o kilmleri de bir güzel bütün dünyaya pazarlamaya başladılar. Böylece büyük hak sahibi, yani Hakkın kendisi, neredeyse bu dünyanın tanrısı oldum.”
” Oooo…” Şaşırmıştım gerçekten. Bu kızın kafası kimse de yoktu.
“Bak gör, bu dünyaya iyi şeyler olmayacak. Etim zehirlidir benim.”
Benim gördüğüm kadarıyla bile eti zehirliydi. Kim onu üzmüşse tepetaklak olur giderdi. Canını yakan kimse mevkiine, makamına göre bir yükseklikten yuvarlanıp dipsiz kuyularda kaybolurdu. Bazıları da bu yuvarlanış sırasında Tinne’ye tutunmak ister, ama her nedense bunu güzellikle yapmaz, zorbaca davranır, o zaman düşüşleri daha da ibretli hale gelirdi.
“Ya, evet… Ne oldu seninle valiyalık yarışına giren o uzun adam, değil mi?”
“Har’ol Elendi’yi diyorsun? Birinin bana saldırması yeter. Hakkımda kötü konuşması, iftira atması yeter. Başkaca bir şey yapmama gerek kalmaz. Zaten ne yapabilirim, ne gücüm var ki benim?”
“Hakların var.” dedim gülerek. Konuyu anlamış olduğumu da göstermek istedim.
“Bu dünyada benim gibi bir çok varlık dolaşmakta. Ama onların çoğu Baphomet’in yıldızına oturtulduktan hemen sonra, ya üzüntülerinden hasta olup ölüp giderler, ya tuzaklardan birinde zayi olurlar, ya da pes edip Baphomet’in mabedlerinden birine gider, onun bir temsilcisini bulup biat ederler. Yani ruhlarını satarlar. Benim diğer kurbanlardan farkım pes etmememdi. Ama işte sen ne kadar kaçarsan kaç, olduğun yere gönderecek bir şey bulmayı başarıyorlar. Baphomia görünmezi öyle bir şey işte.”
“Eskiden onlar seni izler ve ifşa ederlerdi, şimdi sen onları izleyip ifşa ediyorsun.”
“Düşmanın hangi silahla saldırdığını iyi anlamak lazım. Mümkünse aynı yöntemleri kullanmalı. Bu ibret verici olur. Yaşattığını yaşaması açısından.”
“Sana dışarıdan bakan, sıradan bir ev kadını olduğunu düşünür ama…” Lafımı kesti.
“Ben sıradan bir ev kadını değilim! Kaç tane ev kadını gördün böyle simitler yapabilen? Hatta üzerine sürmelik çukutatı, yanına yemelik peyniri de kendisi yapan? Hadi abla, hadi… Boşverelim Baphomet’i falan, yemene bak!”
Epeydir onevizyon izlemiyorduk. Kurbanların sayıları ve isimlerini dinlemek, trajik hikayelere tanık olmak istemiyorduk. Onevizyon başında ağlaştığımızı görünce Elyase de kızıyordu bize. Yeşim taşından bir kilak koydu tablaya. Kilak dönmeye başlayınca çıtırtılı pıtırtılı sesler duyuldu. Elyase’nin dedesinden kalma bu kilağı Tinne çok sevmişti. Sevdiği ve onu mutlu eden her şeyi paylaşmadan duramayacağı için, sık sık eski şarkılar dinletiyordu bana. Elyase’nin odasına doğru seslendi, “hadi hayatım gel, çayları koydum!”
Bin beş yüz yıllık şarkı odada dağılırken biz de dağıldık. Gerçek bir aşkı anlatıyordu. Artık kimse yıkık dökük harabelerde aramıyordu incileri. Kuyumcu dükkanlarına koşuyorlardı insanlar, parlak ışıklarla aydınlanmış vitrinlere -ne konursa- hayran hayran bakıyorlar, sahip olmak için karşılığında tezgaha ciğerlerini bile çıkarıp koyabiliyorlardı.
Allah bu dünyaya gelseydi nasıl görünürdü diye düşündüm.Şarkılar, şiirler bu yüzden vardı zaten. Asla düşünmeyeceğimiz şeyleri düşünmemizi sağlamak için. Sığı ve kısır hayatlarımıza daha derinlikli bir boyut kazandırmak için. Düşünüyordum ben de, altından bir zırh giyip, gösterişli bir ata binip, göz alıcı bir taç mı takardı?
Simit boğazıma takılmıştı. Tinne’yle göz göze geldik. Gözlerimizde yaş vardı.
Hiç bir güzellik ya da cevher bize sunulmasına alışık olduğumuz gibi bir kılıkta değildi. Allah bu dünyaya gelseydi, dağlarda kar olurdu, asi rüzgar olurdu, sahipsiz mezar olurdu, bozkırda yıkık perişan han olurdu, simsiyah duman olurdu, ezik, kayıp, yazık olurdu ve kim olduğunu bize söylese adı “yalan” olurdu.
Bazıları vardı ki içimizde, o Allah’ı nerede ve hangi kılıkta olursa olsun bulur, sever, gönlünün baş köşesine oturturdu. Ona sadakatle bağlanır, yolundan çıkmaz, sözünden dönmezdi. Biz de bu işe “tapmak” derdik.
Tinne şarkıya eşlik ediyordu: “Bu dünyada yerim yokmuş, yokmuş…”