– 38 – KURBAN
– 38 – KURBAN
Tinne’nin hikayesini dinlerken siz de diyor musunuz, “artık bu kadar da olmaz!” diye?
Diyorsunuz tabi.
“Kopsun kıyamet” de diyorsunuzdur.
Haksızlıkta, zulüm de had aşılınca, böyle sözler söylenir elbet.
Hiçbir suçu yokken, malına, canına, namusuna saldırılınca her insan delirir. Ya dağa çıkar, ya kendini kaybeder, ölümüne hücuma geçer. Öleceğini bilse de taarruza kalkar, intihar bombacısı olur, katliam yapar falan. İnsanların üstüne bu kadar gitmemek lazım.
Sizce, dört bir koldan saldıranlar bunun bir karşılığı, bir bedeli olmayacağını mı düşünmekteler? Bütün kuvvetinle saldırıyorsan demek ki ondan korkuyorsun. Demek ki onun bir gücü, üstün bir tarafı var. Ya da onda olan sen de olmayan bir şey var, bunun için göze alıyorsun, gözünü karartıyorsun ve saldırıyorsun.
Bu tür bir delirmişlik, şımarıklıktan, “bana bir şey olmaz” sanrısından kaynaklanır. Bu bir körlüktür ki tamamıyla kibirden kaynaklanır. Unutmayın kibir; muhakkak körlük, sağırlık yapar. Kibirli kişiler kendisine yapılan uyarıları duymaz. Nasihatleri işitmez. Riskleri doğru değerlendiremez. Başına gelebilecekleri asla göremez. Görse de, ona gösterilse de onun daima güvendiği bir şey vardır. Kendisi. Kendi marifetlerine, becerikliliğine, kurnazlığına, iş bilirliğine öyle bir güvenir ki siz kendinizden şüphe dersiniz. Korkak mıyım ben yahu, dersiniz. Hatta utanır, bir müddet sonra ona özen başlarsınız. Keşke onun gibi olsam, dersiniz. Onun gibi atak, cesur… İyi bakın, onunki cesaret değil, had bilmezlik ve küstahlık. Özgüven değil, aymazlık. Bu insanların sonu da pek ibretli olur. Filmin sonunu görmeden heyecana kapılmayın.
Tinne kendi dünyasında yaşayan, dengeli, akıllı, temkinli, tedbirli bir genç kızdı. Sonra ne oldu da böyle bir savaşın içine düştü, ben de sizinle birlikte anlamaya çalışıyorum.
Aslında onun bütün varoluşlarında işi hep mücadele olmuştu. O hep, öğretti ve savaştı.
Kibir kelimesi Harapların dilinden geçmiş dilimize. “Büyük” anlamına gelen “Kebir”den türetmişler. Büyüklük taslayanların kalbindeki mikrobun adıdır kibir. Son tin ustası, “kalbinde hardal tanesi kadar bu mikroptan taşıyan cennete giremez”, demiş. Bu dünyada ne kadar kötülük varsa hepsi bu mikrobun varyasyonlarıdır. Moşizm denen illet de gene bu mikroptan türemiştir. Birilerinin kendini “büyük”, başkalarını “küçük” ilan etmesiyle başlar. Ben beyazım sen siyah, öyleyse ben güzelim sen çirkin, ben mübareğim sen lanetli, öyleyse ben seçilmişim sen benim kölemsin, şeklinde savunuları vardır, bu üstün aşağılıkların.
Ne yazık ki taht, taç, saltanat aşağılıkların en fazla ihtiyaç duydukları şeydir. Onlar zaten, her gün aynaya baktıklarında gerçekle yüzleşmekteler. Onlar yaptıkları işleri, işledikleri suçları zaten bilmekteler. Onların kendilerini temize çıkartmaya yarayacak bir takım yalanlara ihtiyaçları var. Bilgelerin elinden çaldıkları sözleri, kendileri için nasıl çarpıtarak aktardıklarını da varın biraz siz düşünün.
Bir yerde göksel özellikler taşıyan birini duydular mı hemen oraya yerleşirler. Onun dilinden dökülenleri toplamak için. Türlü tezgah dümenle o sözleri toplarlar. Sonra o bilge kişiyi kuracakları saltanat, gıcır gıcır tahtları, yepyeni sarayları için kurban ederler. Artık ellerindeki tahtlar, saraylar ve yalanlar köhnemiştir. Yıkılmak üzeredir. Kendilerine kölelik eden kitlelerinde azalma, kayıplar olmuştur.
Son tin ustasından bir önceki usta genç bir adamdı. Tapınak bekçisi olan ulu bir adamın baldızından olan çocuğuydu. Baldızı çok güzel çok saf bir kadındı. Karısı ise sanki onun ablası değilmişçesine çirkinceydi. Ama akıllı, kurnaz bir kadındı. O evde o güzel saf baldız da, eniştesinden olan oğlu da sığıntı gibi yaşadılar.
Oğlu, tapınağın arka tarafında, küçük bir odada yaşardı. Oradan hiç çıkmazdı. Öz bakımına dikkat eden bir delikanlıydı. Kendini zeytin yağla ovar, böylece temizlendiğini düşünürdü. Ortalıkta pek görünmemesi gerektiğini çoktan anlamıştı. Tüm gün bağdaş kurup oturur, tütün sarıp içer, gelenle gidenle sohbet ederdi. Annesi günde bir öğün yemek getirirdi ona. O da bir çorba biraz ekmek olurdu. Onunla doyardı. Adeta yok olmaya çalışırdı. Babasını ve diğerlerini rahatsız etmemek için yok olmaya çalışırdı. Ama ağzından dökülen inciler, inci tüccarlarının, bilgelik açlığı içinde olan samimi halkın ilgisini çekmekteydi. Artık yolu Kudüs’e düşen tüccarlar, bürokratlar, gezginler ona uğramadan geçmez olmuşlardı.
Yer altı örgütünün adamları olanları dikkatle izlemekteydiler. Babası yer altı örgütünün şefiydi. O yüzden bu oğlanı ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Öldürmek istemiyorlardı çünkü kanı kutsal bir kandı onlara göre. Ama o yaşadıkça da kendi tesis ettikleri, yürürlükte olan tin bu işten zarar görür müydü, ne kadar zarar görürdü bunu tartışıyorlardı.
İçlerinden birisi dedi ki, “bizim tinimiz kanla geçer. Bu şekilde yayılmamız ve daha geniş topraklara hükmetmemiz imkansız görünüyor. Yağsüren (halk tapınak bekçisinin oğluna böyle diyordu) sayesinde bu mümkün olabilir.”
“Nasıl?”, dedi diğer üyeler.
“Zaten şöyle bir kuralımız vardı. Dünyadaki bütün kurucular, liderler ve hazine sahipleri bizden olmalı, kuralı. E tamam işte! Yağ süren bizden biri, üstelik o herhangi birinin değil, tapınak bekçisinin oğlu! Ona “tanrının oğlu” diyelim. Anası da itaatkar bir kadın. Hiç sorun çıkarmadığı için ona bir mükafat vermek gerekir, ona da “kutsal bakire” diyelim. Böylece babamızın (kıdem sahibi olanlara, tapınak bekçilerine baba derlerdi) namını temizlemiş, annemizi de memnun etmiş oluruz.”
Hikaye uydurmak onların işiydi. Halkın hikayeyle yönetildiğini çoktan keşfetmişlerdi.
Yağsüren’in namı neredeyse bütün dünyaya yayılmıştı. Kudüs’e yolu düşen herkesin muhakkak ziyaret ettiği, halini hatırını sorduğu, duasını aldığı biri olmuştu.
Ama Yağsüren otuzlu yaşlarına geldiğinde ayağa kalkıp dışarı çıkmak istemişti. Odasının önündeki göle bakmak için dışarı çıktı. Cinlerden bir çoban kız ve erkek kardeşi onu gördü. Kız hemen aşık oldu. Kardeşinden düdüğünü öttürmesini istedi. Kardeşi o ahenkli sesi çıkarınca Yağsüren’in dikkatini çektiler. Artık oradan geçerken daima o ahenkli sese başvuruyorlardı onu görebilmek için. Bir seferinde sayısı milyonlarla bile ifade edilemeyecek bir ordu çıktı karşılarına. Hepsi tek tipti. Kapkara gölgeler halindeydiler. Kız çok korktu. Onu, kardeşini, güttükleri sürüyü, karşı taraftan gelen korkunç askerleri sadece Yağsüren görebiliyordu. Koştu ve kızı ezilmekten kurtardı.
Kız, bu uzun boylu, yakışıklı adama baktı ve “seni hep bekleyeceğim” dedi. Onu uzunca bir süre göremeyeceğini anlamıştı. “Dağın altında, yaşlı annem ve babamla seni bekliyor olacağım.”
Yağsüren pek durmadı bu olayın üstünde. O zaten oturduğu yerden, kalp gözüyle dünyayı seyreden bir kimseydi. İnsanlar ona türlü sorular sorarlar, eğer içinden yardım etmek gelirse, önünde bütün kapılar açılır, perdeler kalkardı.
Bir gün pazara gitmek istedi. Abasını attı omzuna ve kalabalığa karıştı. Onun gibi heybetlisini görmemişlerdi. Pazarı çok sevdi Yağsüren. O güne kadar hayattan, o günkü gibi keyif almamıştı. Bir pazarcının yanına oturdu ve bir süre alış verişi izledi. Dul ve çocuklu bir kadın geçti oradan. Kadın, Yağsüren’in annesi gibi çok güzeldi. Küçük oğlunun elinden çekiştirerek geçti gitti telaşla. Kadın herkesin dikkatini çekmişti.
Yağsüren, kadının mahcup, telaşlı ve tedirgin tavrından hikayesini anlamıştı. Ona içi ısındı. İlk defa evlenmek geldi aklına. Onunla evlenmek ve o babasız çocuğa baba olmak. Annesi gibi boynu bükük bir kadının derdine derman olmak istedi.
Bu düşüncelerle eve geldi. O sırada örgüt üyelerine haber gitmişti bile. Onun halkın arasına karışmak ve normalleşmek istediği anlaşılıyordu, son zamanlardaki hareketlerinden.
Örgüt üyeleri toplantıda bu durumu ele alacaklardı.
“O sıradan bir tüccar olamaz”, dediler.
“Annesine evlenmek istediğini söylemiş” dedi tapınak bekçisi.
“Hayır, soyu devam etmemeli!”
Kendilerini tanrının dünyadaki memurları olarak gören bu insanlar, hikayenin noktalanması gerektiğine karar verdiler.
Konsül mübaşiri kararı Tapınak bekçisine yüksek sesle okudu. “Ey mabedimizin koruyucusu ve hizmetkarı. Oğlunu mabedimize kurban olarak veriyor musun?”
“Veriyorum” dedi, tapınak bekçisi hiç düşünmeden. Böylece sorun da ortadan kalkmış olacaktı.
Yağsüren’in ne şekilde öldürüleceğine daha sonra karar verildi. O başka bir oturumun konusuydu.
Çok geçmeden, Yağsüren büyük bir yemeğe davet edildi. Baş köşeye oturtuldu. Dış dünyaya açılmaktan mutluydu. O akşam eve geldiğinde soğuk soğuk terlemeye başladı. Sabaha doğru ruhunu teslim etti. Onu çok seven dostu, onu o odaya gömdü. Başına zeytin dallarından bir taç yaptı. Sonra da uzaklara gitti. İzini kaybettirdi.
Yağsüren’e üzüldünüz değil mi? Bu hikayeyi dinlediğimde ben de üzülmüştüm. Tinne beni teselli etti. O cin kızla buluştuklarını ve evlendiğini anlattı bana. Hatta aramızda olduğunu ve çok sevdiği, “ticaret” denen zanaatla uğraştığını söyledi. Halı mı satıyormuş ne. Öyle bir şey.
Şunu da bilmelisiniz ki, Yağsüren eğer mağaradaki annesini bu kadar üzmeseydi başına bu işler gelmeyecekti. Bilgelik dolu anasından hoşnut değildi ve annesi ölmeden önce oğlu için bilgelik dilemişti. Dünyaya onun gözlerinden bakmasını istemişti oğlunun, hiç olmazsa bir defalık.
Bilgelik bu dünyada her zaman bir mükafat değildir, çoğu kez bir lanettir. Bilgelerin savaş sanatlarını da çok iyi bilmesi gerekir. Bilgelerin en çok ihtiyaçları olan şey hayatta kalma bilgisidir.
Defne Ilgaz, Rıfat Ilgaz, Afet Ilgaz, Absürd, Absürt, Mizah, Otobiyografi, Eğlenceli yazılar, Gülmece, Hiciv, Taşlama, Edebiyat, Roman, Deneme, Şiir, Tinne, Saçmalardan Seçmeler, Saçma, Acaip, Acayip, Acayip Dünya, Kadın, Komik, Komik kadın, Gülmece Güldürmece, Sıra Dışı, Fantastik,İlyas Temel şafak, Defne Ilgaz, Necati şaşmaz, Kurtlar Vadisi, Polat Alemdar, sahte Mehdi, adnan Oktar, İbrahim kalın, CIA, FBI, MOSSAD, Üçüncü Dünya Savaşı, necaaattii, ibne, godoş, orospu çocukları, sahil şaşmaz, abdülkadir şaşmaz, recai şaşmaz, zübeyr şaşmaz, panafilm, tayyar baba, elazığ, bkm, yılmaz erdoğan, güldür güldür, ali sunal, aydın ılgaz, mason biraderler, tapınak, ritüel, ayin, gizem, ezoterizm