İLK KRALİÇE
Şimdi herkes “havalı” olmak derdinde. Herkesin burnu bir karış “havada!” Kraliçeler, krallar dolu ortalık. Düğünlere derneklere bakın, herkes yüksek bir koltuğa oturup, ışıltılı elbiseler ve mücevherler içinde süzüm süzüm süzülmekte.
Oysa Tinne’nin mezarlık arkadaşlarının anlattığı hikayedeki “ilk kraliçe” öyle miydi ya?!.
Tinne sayesinde neler öğrendim ben neler… Tinne ile oturup kalkanlar, çok şey öğrenirler. Sonra da Tinne’yi beğenmez olurlar. Onun yönlendirmeleri ile bir yerlere gelir, bir şeyler olurlar. Gözleri açılır, ufukları genişler, Tinne’yi nasıl ezip geçsek diye planlar kurmaya başlarlar.
Ben ona defalarca söyledim, bilgini, ilmini bu kadar cömertçe saçma, diye. Ama bizim kız illa bildiğini okur! “İlmime güveniyorsanız, cömertliğime de güvenin!” der, kestirir atar. Aslında haklı, bana anlatmasaydı ben de size anlatamazdım…
O kimleri kimleri yetiştirdi, kimlere kimlere şifa dağıttı. Kimlerin tıkanmış kanallarını açtı… İnsanları, saplantılardan, takıntılardan kurtarmada üstüne yoktur.
Moğolistan’daki dağın eteklerinde bir yurt varmış. Oba yani. Bugünkü tabirle büyücek çadırlar. Hakan ve hanımı o yurdun anası babası gibiymiş. Hakan’ın eşi “ben hânım” falan demez, hep hizmet edermiş. Sofralar kurar kaldırır, bir dakika boş durmazmış. Titizmiş de biraz.
Hakan, karısının ne kadar fedakâr ve yumuşak tabiatlı olduğunu bildiğinden, kendisinin yokluğunda ona eziyet edilmesin diye karşıdan bakıldığında obanın görünüşüne benzeyen bir başlık yaptırtmış kadınlara. Bir küçük çadır, ortada büyük direkli çadır, sağdaki gene küçük çadır.
Uzun yola gideceği bir seferinde herkesi etrafına toplamış. Başlığı alıp hanımın başına oturtmuş. “Bu hatun bana bu oba gibi kutsaldır, bu oba da bana hatunum gibi kutsal. Bilesiniz.”
Karısına bu başlığı başından hiç çıkartmamasını istemiş. Gelen giden seni ayırt etsin, demiş. Çünkü onu ilk defa görenler, anlı şanlı Hakan’ın yiğit karısı olduğuna inanmıyorlarmış.
Zaten ufak tefek, masum yüzlü bir kızcağızmış. İhtiyarlara, çocuklara hiç kıyamaz, onlara özenle, bizzat hizmet edermiş. Böyle olunca da düşmana korku salan o kadının, bu kadın olduğuna inanası gelmezmiş insanların.
Yabancılar, misafirler çadırdan içeri girip etraflarına bakar, Hakan’ın vekilliğine hep başka hatunları yakıştırır, onların yanına doğru seğirtirlermiş. “Hânımız işte burada” dediklerinde hayal kırıklığı olurmuş insanlarda.
Güzelliğine diyecek yokmuş ama fazlaca hürmetkar, hatırşinas, misafirpervermiş sizin anlayacağınız. “Tanrı misafir kılığında gelir” der, başka şey demezmiş. O da inatçıymış Tinne gibi.
Böyle iyi ve güzel insanların, bu kadar “dediğim dedik, çaldığım düdük” olmasına ben üzülüyorum doğrusu. Yazık oluyor onlara.
Ama böyle olmasalardı dünyada iyilik kaim olabilir miydi?
Aslında dünyada iyiliğin ve iyilerin var olduğu konusunda benim zaten ciddi şüphelerim var. Bu tür “öncü iyiler”in bin bir zorlukla kurduğu, tesis ettiği düzenin üzerine sonradan gelip kötüler kuruluyor, üstelik yeni bir çember yaratıp, hemencecik krallık ve sömürü sistemini oluşturuveriyorlar. Bakınız Muaviye’ye.
Hani Fatma, hani Hasan, hani Hüseyin?
Fatma da etrafına bilgi saçan mübarek bir kadındı. O da temiz, titiz, mütevazı, hizmet ehliydi. Herkes, “Ali şöyle dedi, böyle buyurdu” der durur, bilmezler ki Ali eşinden öğrenir, öğrenir, anlatırmış.
“Kurb-i sultan âteşi suzan” derler. Sultana yakın olan ateşe de yakın olur, demek.
Öğrendiğin ilmin, aldığın hizmetin hakkını vermelisin. Hakkı ödenmez bir hizmetse de hiç olmazsa nankörlük etmeyeceksin! Ben bunu bilir, bunu söylerim.
Tinne’den faydalanıp faydalanıp, hainlik ya da nankörlük edenlerin sonunu ben kendi gözlerimle gördüm, kimselere (düşmanıma bile) tavsiye etmem.
Defne Ilgaz, Rıfat Ilgaz, Afet Ilgaz, Absürd, Absürt, Mizah, Otobiyografi, Eğlenceli yazılar, Gülmece, Hiciv, Taşlama, Edebiyat, Roman, Deneme, Şiir, Tinne, Saçmalardan Seçmeler, Saçma,Acaip, Acayip, Acayip Dünya, Kadın, Komik, Komik kadın, Gülmece Güldürmece, Sıra Dışı, Fantastik