– 48 – “EĞLENCELİ A4’LER”
“Beni oyundan çıkaramazsınız!” diye ter ter tepiniyordu Tartaryan.
Yıllar sonra önüne gelen deşifrasyonları okurken Tinne’nin en eğlendiği kısım bu olacaktı: “Tartaryan’ın İşten Kovulması.”
“Onun ipleri benim elimde! Onu kimse benim kadar iyi tanımıyor. Etrafındaki herkesi ele geçirdim. Bana biraz daha süre verin, bu sefer işini bitireceğim.”
“Seni öldürmek zorunda kalabiliriz” dedi, Corc, artık Türklerin dilini konuşabiliyordu. Türkeli’ne kurdukları sisteme güvenleri kalmamıştı. Bu dengesiz, hastalıklı tuhaf adamla işler istedikleri gibi gitmiyordu. İşi bizzat yönetmeleri gerektiğine iyice emin olmuşlardı. Ayrıca Tinne çok iyi bir öğretmendi, Salyangozlar grubunu yetiştiriyor, onların ufuklarını açıyordu. Türkeli’ndeki polisler takip ettikleri hedefin bir gün kendilerini yetiştireceklerini kırk yıl düşünseler tahmin edemezlerdi.
“Senden istenenin ne olduğunu iyice unuttun! Biz senden ona zarar vermeni istememiştik.”
“Ama bunu isteyenler var.”
“Biz onlar değiliz. Aynı anda birden fazla yere hizmet veremezsin. Kadın artık seninle dalga geçiyor, tabi bizimle de. Bütün yöntem ve araçlarını anladı. Biz onu değil o bizi parmağında oynatıyor.”
Corc bir dakikalığına sustu. Hayret edilecek şekilde Tartaryan da. Aslında söylenecek her şey bitmişti. Tartaryan’ın beceriksizliği bütün ekibe zarar vermekle kalmıyor, Türk ilindekileri de derinden sarsan sonuçlara sebebiyet veriyordu. Ama Tartaryan’a tek umutları gibi çaresizce yapışmış olan Evropalı ve Agarikalı Yarasagiller hala ona para yatırmaya devam ediyordu. Aslında onlar da biliyordu, Tartaryan’ın asla kazanamayacağını ve onlara da kaybettireceğini ama sadistçe Tinne’ye saldırdıkça saldırıyor, Tinne’nin verdiği her karşılıkta da mazoistçe zevk alıyor, keyiften sarhoş oluyor, ömürleri boyunca aradıkları acıyı, tehlikeyi bulduklarını düşünüyorlardı.
Tinne’nin karşısında herkes havlu atmıştı. Ne kandırılabiliyor, ne tuzağa düşüyordu artık. Kanmamakla kalmıyor, onlara casusluk ve manipülasyondaki hatalarının neler olduğu hakkında detaylı dersler veriyordu. “Ülkemin polislerinin bu halde olmasına çok üzülüyorum” diyerek bir de acıma ifadesi takınmıyordu yüzüne, şeflerini amirlerini deli ediyordu Tinne’nin bu tavırları. Ama gerçekten salakça bir sadakatle Tinne’nin dediklerini harfiyen yapıyor, ondan öğrendiklerini cakalı cakalı “satabilecekleri” yeni istihbarat okulları açıyorlardı.
Türk ilinde olan bütün bu hayret verici gelişmeleri Mersomnesliler bile şaşkınlıkla izliyor, ufak ufak Türk ili yöneticileriyle mesafeyi açıp, bağlarını koparıyorlardı.
Türk ili yöneticilerinin elinde Tinne’den daha değerli bir ihraç malı kalmamıştı artık. Bir de hapiste tuttukları rehineler vardı. Hayatlarının garantisi olarak gördükleri bu iki unsuru büyük bir çaresizlikle paraya çevirmeye uğraşıyorlardı. Kilmciler onlara para akıtıyorlardı ama onlar da son derece isteksizlerdi. İşin sonunda başlarına bir bela geleceğini anlamışlardı artık. Zeki insanlardı. Bütün dünyayı uyutan ve manipüle eden masalları yüz yıldır büyük bir başarıyla yazabilmiş ve dünyaya satabilmiş usta tüccarlardı.
Diyeceksiniz ki bunlar madem bu kadar akıllıydı da kalitesiz ressam Kitler nasıl bunları sabun yaptı? Sevgili takipçilerimiz, şunu bilmelisiniz ki Javudi sabunlarının üreticileri de gene Javudilerdi. Bu tuhaf dilemma onların ustalıklarının zirvesiydi. Unutmamanız gereken bir şey daha var, dünyayı tintarlar yönetmiyor, dünyayı bir sistem yönetiyor. Sistemin yönetme araç ve gereçlerinin kullandığı yasalar konvansiyonel yasalar. Yani kutsal kitaplar, anlaşmalar, sözleşmeler falan. Onları bahane ederek toplumları güdüyorlar işte. Tuhaf bir etikleri de var, “katil daima kendi soyundan biri seçilir.” Bir Hermeniyi gene bir Hermeni öldürür gibi.( Kitlerin de bir Javudi olduğunu bilenleriniz bilir.)
Yağmalanacak, öldürülecek, yok edilecek bir şeyi, birini, bir yeri önce yalnızlaştırırlar. Bunu unutmayın. Başında akbaba bekleyen çocuğu hatırlayın. Birisi gidip sinek kovalar gibi bir el hareketi yapsa o akbaba kaçar giderdi. Akbabalar ürkektir, çaresizliğin ve terk edilmişliğin kokusunu alırlar. Sırtlanlar gibi kan kokusuna gelmezler, onlar sırf leş yiyici değildir. Canlı olman, büyük olman onlar için fark etmez. Kimsesiz olman gerekir, sahipsiz olman gerekir. Yağmanın kuralı budur, “avın başını boş bıraktır!”
Tanrıyı bile yağmalar bunlar. Tanrısını görmek istemiş de, o da bak şu dağa demiş de, dağa bir bakmış da dağ parçalanmış da… Hepsi hikaye, hepsi kurnaz akbabacıların uydurması. Tinne anlattı size. Tanrı mağaradaki kadın İn’di. Çin’den getirdiği bilgiyi, sevgiyi, saygıyı, üretkenliği Kanadolu insanına öğretmek vazifesiydi. Kocası Ah’ın yollarını gözlerdi. Ah’ın diğer karıları, ustalıkla Ah’ın tepedeki mağarada peydahlanmış kadından yeni şeyler öğrenip getirmesini isterler, ama Ah’ın da, halkların da o kadına gidip dostluk yapmasını istemezlerdi. Bir hikaye uydurmuştu büyücü karılar. İn tanrıydı. Onun yanına gidip gelen ve ondan bilgiler getiren Ah ise elçi. Kendileri de böylece Elçi’nin karıları oluyorlardı. İlk tahtı yapan bu karılardı. Yüksekçe bir yere oturup halkı çalıştıran bu karılar, İn’den öğrenilen ekmek, yoğurt, çanak, çömlek, sofra, su arıtma sistemleri, yastık, yatak, tarak, elle üretilen örgü türü şeyleri halka yaptırtıp, onların ticaretinden para kazanır ve Ah’ın sayesinde de kendilerine kutsiyet sağlarlardı.
Oysa İn’in kocasından da aşağıdaki halktan da tek beklediği sadece sevgi, dostluk, ziyaretti. Ah’ın büyücü karılarının yalanlarına inanmak halkın da işi geliyordu ki beş on Rachel’den başka kimse gelmezdi İn’in yanına.
İn’in kapısının bir müdavimi vardı. Henüz ayağa tam kalkmamış, küçük bir maymuna benzeyen, kıllı mı kıllı ufak tefek bir erkek çocuk. O da Ah’ın çocuklarından biriydi. Ah’ın yüzlerce binlerce çocuğu vardı. Hayvanlarla bile beraber olma huyu vardı çünkü. İn gelip ona yarenlik etmeden önce de dikkat çeken, hayranlık uyandıran biriydi. Güçlüydü, kızıl tüyleri, renkli gözleri vardı. Çok uzun boyluydu, iriydi. Yetilerden geliyordu soyu. Attığı her adım yerlilerin üç adımına bedeldi. Buraya çok uzaklardan gelmişti.
Bizonları boynuzlarından tutarak durdururdu. Sonra yan yatırıverirdi, avcılar çullanır hayvanı parçalarlardı. Avcıların, kadınların, cinsel ve fiziksel gücünden ötürü bütün erkeklerin hayran olduğu, kendilerinden üstün oluşunu zaten kabul ettikleri biriydi Ah. Dağda beliren kız, yani Tanrı’nın onun yoluna çıkması tesadüf olamazdı.
Ah’ın aşık olma, sevme, aile kurma bilinci, huyu, tutumu asla yoktu. Onun kanı bencillik taşırdı. Ona aileyi, yuvayı, koca olmayı, baba olmayı öğreten İn’di aslında. O bunun değerini, anlamını ancak ölene yakın, bilekleri oğulları tarafından kırılınca, gücünü büyücüler alınca, çaresiz ve yalnız kalınca anlamış, son kudretiyle İn’in mağarasına gitmek üzere yola koyulmuş, onun yanında geçirdiği bir kaç aydan sonra ruhunu teslim etmişti. Artık onun tanrısallığını taşıyan oğulları vardı. Ona tıpa tıp benzeyen bir oğlu çirkin büyücü karısından olmuştu. Kurnaz kadın kocasını iyice kuklalaştırmış, daha rahat manipüle ettiği oğluyla saltanatına devam etmişti.
Adem dedikleri adamı peygamber yapan şey de namus bilinci olmuştu. Ailenin, namusun bilincine varmak bir uyanıştır. Sadece insanı değil, ulusları da üstün, aali yapan budur.
Adem mağarada büyük ailesiyle yaşayan genç bir adamdı. Uzun boyluydu. Güçlü ve uzun bacakları vardı. Buğday tenliydi. Hafif kemerli güçlü bir burnu, yay gibi kaşları, kahverengi ve sert bakan anlamlı gözleri vardı. Hareketleri, tavırları küçüklüğünden beri farklıydı. Onun doğduğu zamanlarda, aile içi ilişkiler yani ensest normal kabul edilirdi. Sınırları mağaranın sınırlarından ibaretti. Çocuğa “bizim” derlerdi. Böyle bir mağarada doğup da kardeşiyle, annesiyle beraber olmaktan kaçınan bir adam düşünün. Çok iyi bir avcı, vahşi bir güreşçi olmasa, onu kovarlardı çoktan. Ama nedense ona saygı duyuyorlardı. Daha önceden de dediğim gibi, bilgi, erdem ve güç aynı kişide bulunmalı. Ne yazık ki bu dünyayı Javudi’ler kapladığından beri böyle olmuyor. Güç onların, bilgi de. Erdemin sahtesini yaptılar.
Adem bir gün mağarayı terk etti. Farklı olmaktan ötürü çok mutsuzdu. Kendine kızıyor, böyle olduğu için hayıflanıyordu. Bir ulu ağacın önünde durdu. Bir kadın gibi üreten ve üreyen, bir erkek gibi güçlü ve ulu olan bu ağaç sanki onun yeni ailesi gibiydi. Olmasını istediği aile. Dallarını kardeşleri yerine koydu. Önünde diz çöktü. Adeta kendini bıraktı. Ellerini açtı ve göz yaşlarıyla dallara seslendi. “Siz benim yeni ailem olur musunuz? Benim kardeşlerim? Siz benden kötü şeyler istemezsiniz. Size avlanıp bir şeyler getirmesem de beni kovuğumdan kovmazsınız…”
Adem böyle ortaya çıktı. Peki onun şöhretini dünyaya yayan kim oldu? Uzaklardan gelip onu kendine aşık eden değişik bir kadın tabi ki. Bunu da artık başka zaman anlatırım.
İn’in kapısında bekleyen maymuna gelelim. O İn’in hırsızıydı. Ebedi ve ezeli hırsız. Densiz, hadsiz ve küstah olduğundan; hiç çekinmez, asla utanmaz, onun kapısına gelir, içeriyi seyreder, çalabildiği bir şey olursa çalar ve dört ayağını kullanarak yuvarlanır gibi dağdan hızla inerdi.
Büyücü Karı onun bu yeteneğini ve aç gözlülüğünü fark edip, çok sevinmiş bu maymun çocuğu hemen işe almıştı. Böylece kocası Ah’ı oraya göndermesine de gerek kalmayacaktı. Bu arsız ve aç gözlü maymun çocuk, “yuvadan” gerekli bilgiyi ve ürünleri en hızlı şekilde zaten ona getirecekti.
Tanrıyı görmek mi? Onu ziyaret etmek mi? Boşveerrr… “Biz oraya bir adam göndeririz, o lazım olan ne varsa getirir zaten!”
O, “beni görmek isteyen dağa baksın, bak nasıl da parçalandı, beni asla göremezsiniz, benimle yakınlığı kaldıramazsınız” teranesi böyle bir icaptan çıktı. Uyanık hırsızların, uğursuzların bahanesi.
Tanrı sevgidir. Sevgi yakınlıktır. Öbür yarını bulup sevmektir. Parçanı bulup sevmektir. Sevginin gereğini yapmaktır, sadakatle, vefayla, sebatla. Bu kavramların hepsi kadından çalındı, erkek şeytana adandı.
Yeraltı kurallarına göre, birini seveceksen o bir erkek olmalı, kadın sevilmez. Birine sadık olacaksan o bir erkek ya da soyut bir kavram olmalı, kadına asla sadık olunmaz. Bir yola sebat göstereceksen o, “bir kadına vuslatın yolu” olmamalı, asla! Ancak bir erkeğin yolunda sebatlı olunur.
Oysa ilahi sır kadındadır. Ama hangi kadında? hakkaniyetli ve merhametli bir kalbe sahip olup, yuvasına da düşkün olanda. Yer altının karanlık örfünü yer üstüne Javudilik olarak çıkartan uyanıklar, iyi ile kötünün, güzel ile çirkinin, ahlak ile ahlaksızlığın, erdem ile satılmışlığın yerini çoktan değiştirdi bile. İyiyi tanımlamak artık riskli.
O gün bugündür o maymun çocuk hala İn’in ya da Tinne’nin kapısını bekler, “yuvadan” dışarıya bilgileri, böylece çalar satarmış.
Bir kez kaderin oyununa gelmiş, Son Tin Ustası’na damat olmuş. O zaman görmüş işte cezasını. O gün bugündür, aleniyetle eşikten içeri aleni girmeden çalmanın yolunu tutturmuş gidiyor.
Anladınız değil mi, o ezeli hırsızın, o lanetlenmiş kişinin kim olduğunu? Ne görse çalan, bir türlü usanmayan, dur durak bilmeyen, asla doymayan, çaldıkça iştahı açılan bir deyyus, bir serseri, bir pezevenk. O hırsızların atası, piridir. Yalancıların önderi, dolandırıcıların hamisidir.
İşte bu eğlenceli A4’lerde bu deyyusun efendileri tarafından işten atılışının konuşmaları var. Tinne en çok bunları okurken gülmüştü.